İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
2 sayfadaki 2 sayfası
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
71
"İşte, işte burada... Buyurun Bey."
"Kokuyor."
"Buyurun ceketinizi."
"Kokuyor."
Çabuk çabuk, elleri ayakları titreyerek giyinen saçı sakalı karmakarış Arif Saim dışarı fırladı.
"Aman Beyler kokuyor! Ben ömrümde böyle bir kokuya rastlamadım. Bütün dünya kokuyor. Kokudan öleceğim. Kolonya, kolonya... Bir şey... Ne olursa olsun kokuyor. Ne kokusu bu?"
"Ölü kokusu..."
"Ölü mü, kimin ölüsü?"
"İnce Memed eşkıyası," diye atıldı Murtaza Ağa, "Birkaç gün önce Ali Safa Beyi öldürdü de, şimdi de dağa kaçtı. Dağdaki köylülerin hepsini de öldürecekmiş. Köylülerimizi kazığa ça-kacakmış. Yılanın başı... Aman Beyim... Kuyucu Murat Paşa... Yakında bu yılan ejderha olacak..."
"Kolonya... Kokuyor..."
"İnce Memed... Yılan... Öldürdü... Kokuyor..."
"Kokuyor... Şoför... Derhal..." Arif Saim bel kemerini bağlarken merdivenlere atıldı. "Çabuk çalıştır otomobili oğlum. Kumandan Bey, Vali Bey, arkadaşlar çabuk olun, vedalaşmanın sırası değil. Ben öldüm bittim, bayılacağım..."
Ötekiler hemen gelip otomobile doluştular.
"Çabuk, sür!"
Ve otomobil var hızıyla avludan dışarıya atılıp, ortalığı bir toz bulutu içinde bırakarak kasabayı çıktı gitti.
"Kurtulduk," diye sevindi Arif Saim Bey," kurtulduk."
Otomobilin arkasından bakakalan kasabalılara Murtaza Ağa:
"Söyledim," dedi övünerek, "anlattım. Yakında bir büyük orduyu çeker gelirler. Kuyucu Murat Paşa örneği."
O konuşurken, yöresine bir baktı ki kimse kalmamış. Herkes bir yana almış yatırmış.
"Ali," diye bağırdı, "Ali, haydi biz de gidelim. Her şeyi Beye söyledim. Ölünün koktuğu iyi oldu, yoksa şu köpekler bana ağzımı açtırmazlardı. Haydi koş, buradan kaçalım, kasabanın dışına çıkalım."
72
1
Köprüye aşağı koşmaya başladılar. Köprüyü geçtikten son-kumlukta, hayıtların içinde durdular. Koku çayı geçememiş, öte yanda kalmıştı.
"Gördün mü Ali, kasaba bomboş kalmış. Bütün köylüler kaçmışlar. Kim gömecek ölüyü dersin?"
"Bulunur Ağa."
"Dur bakalım. Biz gitsek olmaz mı Ali?"
"Olur ama, gitmeyelim Ağa."
"Beğendin mi tabancayı?"
"Çok beğendim Ağa."
"Benim tabancam."
"Sağ ol Ağam."
"At da yarın çiftlikten geliyor. Bana öyle geliyor ki, bu yavşak hükümet İnce Memedle başa çıkamayacak, gayret bize düşecek Ali kardaş."
"Kim bilir, belli olmaz."
"Bize düşerse?"
"O zaman da düşünürüz Ağam."
"Düşünür müyüz?"
"Düşünürüz Ağam."
Murtaza Ağa gözlerini Topal Alinin gözlerinin içine dikmiş, çok derinlerde, uzaklarda bir şey ararcasına gene bakıyordu. Aliyse onun ne aradığını biliyor, içinden gülüyordu.
"İçinden bana gülüyorsun Ali."
"Vazgeç Ağam."
"Neden vazgeçeyim."
"Aramaktan. İnsanoğlu hiç belli olmaz Murtaza Ağam. Bugün böyleyse, yarın şöyle. İnsan her gün yeniden doğabilir isterse Ağam. Ama her sabah anadan yepyeni, başka bir insan olarak doğabilir. İyi de doğabilir, kötü de... Şimdi bu baktığın, gördüğün benim, Aliyim, yarın bir iş yaparım ki senin de, benim de aklımızın köşeciğinden geçmemiş ola. Onun için tevekkül ol, daha çok arama, üstüne varma. İnsanoğlunu anlamak o kadar kolay değil. Kuşlar da, böcekler de göründükleri gibi değiller. Bu dünyada her canlının bir huyu vardır, insanın da yüz bin huyu vardır. Bak Ağam, dünyada bir insanı, karımı, kardeşlerimi, kızımı oğlumu, anamı babamı tanıdım dersen yalandır."
"İşte, işte burada... Buyurun Bey."
"Kokuyor."
"Buyurun ceketinizi."
"Kokuyor."
Çabuk çabuk, elleri ayakları titreyerek giyinen saçı sakalı karmakarış Arif Saim dışarı fırladı.
"Aman Beyler kokuyor! Ben ömrümde böyle bir kokuya rastlamadım. Bütün dünya kokuyor. Kokudan öleceğim. Kolonya, kolonya... Bir şey... Ne olursa olsun kokuyor. Ne kokusu bu?"
"Ölü kokusu..."
"Ölü mü, kimin ölüsü?"
"İnce Memed eşkıyası," diye atıldı Murtaza Ağa, "Birkaç gün önce Ali Safa Beyi öldürdü de, şimdi de dağa kaçtı. Dağdaki köylülerin hepsini de öldürecekmiş. Köylülerimizi kazığa ça-kacakmış. Yılanın başı... Aman Beyim... Kuyucu Murat Paşa... Yakında bu yılan ejderha olacak..."
"Kolonya... Kokuyor..."
"İnce Memed... Yılan... Öldürdü... Kokuyor..."
"Kokuyor... Şoför... Derhal..." Arif Saim bel kemerini bağlarken merdivenlere atıldı. "Çabuk çalıştır otomobili oğlum. Kumandan Bey, Vali Bey, arkadaşlar çabuk olun, vedalaşmanın sırası değil. Ben öldüm bittim, bayılacağım..."
Ötekiler hemen gelip otomobile doluştular.
"Çabuk, sür!"
Ve otomobil var hızıyla avludan dışarıya atılıp, ortalığı bir toz bulutu içinde bırakarak kasabayı çıktı gitti.
"Kurtulduk," diye sevindi Arif Saim Bey," kurtulduk."
Otomobilin arkasından bakakalan kasabalılara Murtaza Ağa:
"Söyledim," dedi övünerek, "anlattım. Yakında bir büyük orduyu çeker gelirler. Kuyucu Murat Paşa örneği."
O konuşurken, yöresine bir baktı ki kimse kalmamış. Herkes bir yana almış yatırmış.
"Ali," diye bağırdı, "Ali, haydi biz de gidelim. Her şeyi Beye söyledim. Ölünün koktuğu iyi oldu, yoksa şu köpekler bana ağzımı açtırmazlardı. Haydi koş, buradan kaçalım, kasabanın dışına çıkalım."
72
1
Köprüye aşağı koşmaya başladılar. Köprüyü geçtikten son-kumlukta, hayıtların içinde durdular. Koku çayı geçememiş, öte yanda kalmıştı.
"Gördün mü Ali, kasaba bomboş kalmış. Bütün köylüler kaçmışlar. Kim gömecek ölüyü dersin?"
"Bulunur Ağa."
"Dur bakalım. Biz gitsek olmaz mı Ali?"
"Olur ama, gitmeyelim Ağa."
"Beğendin mi tabancayı?"
"Çok beğendim Ağa."
"Benim tabancam."
"Sağ ol Ağam."
"At da yarın çiftlikten geliyor. Bana öyle geliyor ki, bu yavşak hükümet İnce Memedle başa çıkamayacak, gayret bize düşecek Ali kardaş."
"Kim bilir, belli olmaz."
"Bize düşerse?"
"O zaman da düşünürüz Ağam."
"Düşünür müyüz?"
"Düşünürüz Ağam."
Murtaza Ağa gözlerini Topal Alinin gözlerinin içine dikmiş, çok derinlerde, uzaklarda bir şey ararcasına gene bakıyordu. Aliyse onun ne aradığını biliyor, içinden gülüyordu.
"İçinden bana gülüyorsun Ali."
"Vazgeç Ağam."
"Neden vazgeçeyim."
"Aramaktan. İnsanoğlu hiç belli olmaz Murtaza Ağam. Bugün böyleyse, yarın şöyle. İnsan her gün yeniden doğabilir isterse Ağam. Ama her sabah anadan yepyeni, başka bir insan olarak doğabilir. İyi de doğabilir, kötü de... Şimdi bu baktığın, gördüğün benim, Aliyim, yarın bir iş yaparım ki senin de, benim de aklımızın köşeciğinden geçmemiş ola. Onun için tevekkül ol, daha çok arama, üstüne varma. İnsanoğlunu anlamak o kadar kolay değil. Kuşlar da, böcekler de göründükleri gibi değiller. Bu dünyada her canlının bir huyu vardır, insanın da yüz bin huyu vardır. Bak Ağam, dünyada bir insanı, karımı, kardeşlerimi, kızımı oğlumu, anamı babamı tanıdım dersen yalandır."
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
74
H'kti uzun uzun baktıktan sonra yürekten gülerek Alinin kolu-
na girdi:
"Sahi bre Ali, yaşamamız, ölmekten bu kadar korktuğumuz, yaşamak ne işe yarıyor? Uğruna bu kadar alçaldığımız, zulmettiğimiz, haram yediğimiz, insan öldürdüğümüz yaşamak ne işe yarıyor? Sonunda işte böyle ya bir kasabayı, ya da küçücük bir mezarlığı kokuyla dolduruyoruz. Vay babam, insan ölüsü de ne kadar kokarmış böyle, it leşinden de beter. Ben de böyle kokacak mıyım?"
"Haşa."
"Kokarım, kokarım... Belki bundan da beter... Ali!"
"Buyur Ağam."
"Benden sana vasiyet, beni İnce Memed öldürürse, beni hemen, derakap gömsünler."
"İnce Memed seni öldürmeyecek."
"Öldürecek," diye inatlaştı Murtaza Ağa, hem de üç kere ayağını yere vurdu, ayağının dibinden kumlar fışkırdı. "Öldürecek!"
"Orasını ben bilmem Ağam."
"Doğru sen bilmezsin. Bilmezsin ya öğreneceksin. Şimdi bu kasabada sıra bende. Keski onunla o kadar uğraşmasay-dım."
Ali susuyordu.
Uzun bir süre çayın kıyısında, portakal bahçelerinin içinde dolaştılar. Aşağıdaki köye inip Murtaza Ağanın portakallarını, limonlarını, narlarını gördüler. Dallardaki portakallar daha küçücük, yemyeşildi. Her birisi bir güvercin yumurtası kadar. Murtaza Ağa söylemiyordu ya, bu bahçe de ona Ermeni dostundan kalmıştı.
Uzaktan öğle ezanını duyunca oldukları yerde durdular. Kasabanın camlarına gün vurmuş, ortalığı ışıltıya boğmuştu. Yalnız kasaba değil, yöreleri bile ta uzaklara, yukardaki ormana kadar bu ışıltılardan ipiliyordu.
"Sela okunuyor."
"Az sonra Ali Safa Beyi gömecekler."
Ali Safa Beyin ölüsünü camiye kadar köylüleri, akrabaları z°r taşımışlar, bir ikisi salacayı taşırken bayılıp yerde kalmıştı.
75
Zar zor camiye getirilip musalla taşına yerleştirilen ölüyü imam yıkamak istememiş, yanaşmalardan yaşlı Hürrük Ağa tabancasını çekip imamın ayağının dibine üç el ateş etmiş, bunun üstüne titreyerek ölünün yanma giden imam Ali Safa Beye birkaç maşrapa su döküp işi bitirivermişti. Namazı altı kişi kılmış, mezarlığa üç kişi gitmişti.
Kasabanın pencereleri, kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştı. Kasaba ıpıssızdı onlar kasabaya girdiklerinde. Ortalıkta ne bir kedi, ne de bir köpek vardı. Ortalık o kadar sessizdi ki, burasını sanki bin yıl önce şu bitip tükenmeyen kokudan ötürü bütün yaratıklar terk edip gitmişlerdi.
"Koku daha duruyor."
"Duruyor Ağa."
"Azalmış ama..."
"Azalmış."
"Senin giyitleri yarın alırız."
"Yarın Ağam."
"Atı da çiftlikten yarın getirirler. Şimdi adam gönderirim çiftliğe."
"Var ol Ağam."
76
4
On dört yaşındaki çoban çocuk Müslüm dün geceden beri bu yamaca oturmuş kimi ûyuklayarak, daha çok da uyanık burada öylecene kendi kendine bekliyordu. İşlemeli kızılcık değneğini önüne, ayaklarının ucuna uzatmış, göğsünde turuncu bir güneş nakısı olan kepeneğini de yanına, bir keven çiçeğinin üstüne sermişti. Yandaki kayanın dibinde de sarı kocaman çoban köpeği büyük başını uzattığı ön ayaklarının üstüne koymuş uyukluyordu. Boynundaki tohtun dikenleri bir hançer gibi uzundu. Koyunlar, aşağıdaki tek tük ağaçlar bitmiş yemyeşil düzlükte uyukluyorlardı. Buradan dağın doruğuna kadar pespembe keven çiçekleri yamacı örtmüştü. Doğan güneş bütün bolluğuyla ışıklarını ortalığa salıvermiş, ormanı, kayaları, gökyüzünü pembe bir aydınlıkla doldurmuştu.
Çoban çocuk Müslüm hiç de rahat değildi, arada bir ayağa kalkıyor, günbatısındaki uzun kayanın tepesine çıkıyor, gündo-ğusundan kıvrılarak akan ince suyu, aşağıdaki binbir yeşilde kaynaşan, dalgalanan ormanı, günbatıdaki karşı dağın çıplak yamacına tırmanıp öte yüze aşan yolu gözlüyor, sonra gelip gene kepeneğinin yanına uzanıyordu. Yüzü de durmadan renkten renge giriyordu. Dün gece, ormanın içinden, oradaki yüksek kayalığın ardından yaylım ateşleri gelmiş, sonra da kesilmişti. Sabaha karşı da şu koyunların yayıldığı düzlüğün alt yanında bir bağırtı olmuş, bağırtının ardından da üç el kurşun atılmıştı.
Çoban Müslüm Sarıkeçili obasından olurdu. Oba her za-
77
manki yaylağına dağın gündoğusundaki büyük Kızılkartalh koyağına kurulmuştu. Yemyeşil koyağın tam ortasından bir değirmen döndürecek kadar, dağın tam doruğunun altındaki ulu kayanın dibinden ak köpükler saçarak bir su kaynardı.
Obada dün geceden beri bir sessizlik vardı. Herkes fısıltıyla konuşuyor, çadırdan çadıra gidip gelmeler, bir telaş, biraz korku, daha çok sevinç. Çoban Müslüm her şeyi biliyor, koyunlarını buraya çekmiş dün akşamdan beri bekliyordu. Obadaki korkuyu da, sevinci de ta yüreğinin başında duyuyordu. Ona hiçbir kimse bir şey söylememişti ve hem de, hay Müslüm çocuk sen şöyle yap, böyle yap dememişlerdi. Çimeni yeşil gözleri bir ışıklı sevinç, bekleme içindeydi. Ara sıra yüreğine de bir korku, ardından da bir acı çökmüyor değildi. Ama o ne yapması gerektiğini biliyordu. Şu aşağıdan, Çukurovadan, kim nereden gelirse gelsin, işte şu ormanın içindeki, o küçük çayın dolandığı yeşil yosunların tepeden tabana kadar örttüğü kayalığın dibindeki yoldan geçecek, koyunların yayıldığı düzlüğün ortasındaki yola gelecek, oradan ya Kızılkartal koyağına, ya da uzaktaki dağı aşan yola vuracaktı. Ve Çoban Müslüm yolların ağzını tutmuştu. İçi alıp alıp veriyor, yüreği durmadan atıyordu.
Uzun bir süre olduğu yerde keven çiçeklerinin ardında yattı. Diken öbeklerinin altı, kırmızı kara benekli uğurböcekleriyle kaynaşıyordu. Bu yamacın keven çiçekleri çok pembe olduğu gibi, dikenler bir billur ışıltısında çakarak gün ışığı altında yanar söner, fışkırırlardı, buranın uğurböcekleri çok kırmızıydı, bir yalım gibi kırmızı kırmızı çakarlardı.
Çoban Müslüm sabırsızlanmaya başlamıştı. Gözleri uzak bir karartıda, kulakları ufak bir çatırtıdaydı. Koyunlar aşağıdaki düzlükte rahat otluyorlardı. Köpekse yanda uyuyordu. Biraz da acıkmıştı ya, sabırsızlığından karnını doyurmak aklına gelmiyordu. Sonunda belindeki çamçağını alıp aşağıya, koyunların yanma indi, mor büyük bir koyunu yakalayıp sağmaya başladı. Çamçağı sıcak, köpürmüş sütle dolunca geriye güneşli kepeneğinin yanına geldi, dağarcığından ekmeği çıkarıp kokulu sütü içmeye başladı. Bir ak bulut ormanın üstünden yukarı doğru ağıp geliyordu. İncecik bir yel esti söndü. İlk güz güneşi
78
H'kti uzun uzun baktıktan sonra yürekten gülerek Alinin kolu-
na girdi:
"Sahi bre Ali, yaşamamız, ölmekten bu kadar korktuğumuz, yaşamak ne işe yarıyor? Uğruna bu kadar alçaldığımız, zulmettiğimiz, haram yediğimiz, insan öldürdüğümüz yaşamak ne işe yarıyor? Sonunda işte böyle ya bir kasabayı, ya da küçücük bir mezarlığı kokuyla dolduruyoruz. Vay babam, insan ölüsü de ne kadar kokarmış böyle, it leşinden de beter. Ben de böyle kokacak mıyım?"
"Haşa."
"Kokarım, kokarım... Belki bundan da beter... Ali!"
"Buyur Ağam."
"Benden sana vasiyet, beni İnce Memed öldürürse, beni hemen, derakap gömsünler."
"İnce Memed seni öldürmeyecek."
"Öldürecek," diye inatlaştı Murtaza Ağa, hem de üç kere ayağını yere vurdu, ayağının dibinden kumlar fışkırdı. "Öldürecek!"
"Orasını ben bilmem Ağam."
"Doğru sen bilmezsin. Bilmezsin ya öğreneceksin. Şimdi bu kasabada sıra bende. Keski onunla o kadar uğraşmasay-dım."
Ali susuyordu.
Uzun bir süre çayın kıyısında, portakal bahçelerinin içinde dolaştılar. Aşağıdaki köye inip Murtaza Ağanın portakallarını, limonlarını, narlarını gördüler. Dallardaki portakallar daha küçücük, yemyeşildi. Her birisi bir güvercin yumurtası kadar. Murtaza Ağa söylemiyordu ya, bu bahçe de ona Ermeni dostundan kalmıştı.
Uzaktan öğle ezanını duyunca oldukları yerde durdular. Kasabanın camlarına gün vurmuş, ortalığı ışıltıya boğmuştu. Yalnız kasaba değil, yöreleri bile ta uzaklara, yukardaki ormana kadar bu ışıltılardan ipiliyordu.
"Sela okunuyor."
"Az sonra Ali Safa Beyi gömecekler."
Ali Safa Beyin ölüsünü camiye kadar köylüleri, akrabaları z°r taşımışlar, bir ikisi salacayı taşırken bayılıp yerde kalmıştı.
75
Zar zor camiye getirilip musalla taşına yerleştirilen ölüyü imam yıkamak istememiş, yanaşmalardan yaşlı Hürrük Ağa tabancasını çekip imamın ayağının dibine üç el ateş etmiş, bunun üstüne titreyerek ölünün yanma giden imam Ali Safa Beye birkaç maşrapa su döküp işi bitirivermişti. Namazı altı kişi kılmış, mezarlığa üç kişi gitmişti.
Kasabanın pencereleri, kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştı. Kasaba ıpıssızdı onlar kasabaya girdiklerinde. Ortalıkta ne bir kedi, ne de bir köpek vardı. Ortalık o kadar sessizdi ki, burasını sanki bin yıl önce şu bitip tükenmeyen kokudan ötürü bütün yaratıklar terk edip gitmişlerdi.
"Koku daha duruyor."
"Duruyor Ağa."
"Azalmış ama..."
"Azalmış."
"Senin giyitleri yarın alırız."
"Yarın Ağam."
"Atı da çiftlikten yarın getirirler. Şimdi adam gönderirim çiftliğe."
"Var ol Ağam."
76
4
On dört yaşındaki çoban çocuk Müslüm dün geceden beri bu yamaca oturmuş kimi ûyuklayarak, daha çok da uyanık burada öylecene kendi kendine bekliyordu. İşlemeli kızılcık değneğini önüne, ayaklarının ucuna uzatmış, göğsünde turuncu bir güneş nakısı olan kepeneğini de yanına, bir keven çiçeğinin üstüne sermişti. Yandaki kayanın dibinde de sarı kocaman çoban köpeği büyük başını uzattığı ön ayaklarının üstüne koymuş uyukluyordu. Boynundaki tohtun dikenleri bir hançer gibi uzundu. Koyunlar, aşağıdaki tek tük ağaçlar bitmiş yemyeşil düzlükte uyukluyorlardı. Buradan dağın doruğuna kadar pespembe keven çiçekleri yamacı örtmüştü. Doğan güneş bütün bolluğuyla ışıklarını ortalığa salıvermiş, ormanı, kayaları, gökyüzünü pembe bir aydınlıkla doldurmuştu.
Çoban çocuk Müslüm hiç de rahat değildi, arada bir ayağa kalkıyor, günbatısındaki uzun kayanın tepesine çıkıyor, gündo-ğusundan kıvrılarak akan ince suyu, aşağıdaki binbir yeşilde kaynaşan, dalgalanan ormanı, günbatıdaki karşı dağın çıplak yamacına tırmanıp öte yüze aşan yolu gözlüyor, sonra gelip gene kepeneğinin yanına uzanıyordu. Yüzü de durmadan renkten renge giriyordu. Dün gece, ormanın içinden, oradaki yüksek kayalığın ardından yaylım ateşleri gelmiş, sonra da kesilmişti. Sabaha karşı da şu koyunların yayıldığı düzlüğün alt yanında bir bağırtı olmuş, bağırtının ardından da üç el kurşun atılmıştı.
Çoban Müslüm Sarıkeçili obasından olurdu. Oba her za-
77
manki yaylağına dağın gündoğusundaki büyük Kızılkartalh koyağına kurulmuştu. Yemyeşil koyağın tam ortasından bir değirmen döndürecek kadar, dağın tam doruğunun altındaki ulu kayanın dibinden ak köpükler saçarak bir su kaynardı.
Obada dün geceden beri bir sessizlik vardı. Herkes fısıltıyla konuşuyor, çadırdan çadıra gidip gelmeler, bir telaş, biraz korku, daha çok sevinç. Çoban Müslüm her şeyi biliyor, koyunlarını buraya çekmiş dün akşamdan beri bekliyordu. Obadaki korkuyu da, sevinci de ta yüreğinin başında duyuyordu. Ona hiçbir kimse bir şey söylememişti ve hem de, hay Müslüm çocuk sen şöyle yap, böyle yap dememişlerdi. Çimeni yeşil gözleri bir ışıklı sevinç, bekleme içindeydi. Ara sıra yüreğine de bir korku, ardından da bir acı çökmüyor değildi. Ama o ne yapması gerektiğini biliyordu. Şu aşağıdan, Çukurovadan, kim nereden gelirse gelsin, işte şu ormanın içindeki, o küçük çayın dolandığı yeşil yosunların tepeden tabana kadar örttüğü kayalığın dibindeki yoldan geçecek, koyunların yayıldığı düzlüğün ortasındaki yola gelecek, oradan ya Kızılkartal koyağına, ya da uzaktaki dağı aşan yola vuracaktı. Ve Çoban Müslüm yolların ağzını tutmuştu. İçi alıp alıp veriyor, yüreği durmadan atıyordu.
Uzun bir süre olduğu yerde keven çiçeklerinin ardında yattı. Diken öbeklerinin altı, kırmızı kara benekli uğurböcekleriyle kaynaşıyordu. Bu yamacın keven çiçekleri çok pembe olduğu gibi, dikenler bir billur ışıltısında çakarak gün ışığı altında yanar söner, fışkırırlardı, buranın uğurböcekleri çok kırmızıydı, bir yalım gibi kırmızı kırmızı çakarlardı.
Çoban Müslüm sabırsızlanmaya başlamıştı. Gözleri uzak bir karartıda, kulakları ufak bir çatırtıdaydı. Koyunlar aşağıdaki düzlükte rahat otluyorlardı. Köpekse yanda uyuyordu. Biraz da acıkmıştı ya, sabırsızlığından karnını doyurmak aklına gelmiyordu. Sonunda belindeki çamçağını alıp aşağıya, koyunların yanma indi, mor büyük bir koyunu yakalayıp sağmaya başladı. Çamçağı sıcak, köpürmüş sütle dolunca geriye güneşli kepeneğinin yanına geldi, dağarcığından ekmeği çıkarıp kokulu sütü içmeye başladı. Bir ak bulut ormanın üstünden yukarı doğru ağıp geliyordu. İncecik bir yel esti söndü. İlk güz güneşi
78
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
78
'kce aydınlığmı artırıyor, orman, pembe keven dikenlerinin ¦ ekleri derin bir yeşilde, yoğun bir pembede biribirlerine ka-srmş tütüyorlardı. Orman, buradan dağın yamacından ta aşa-" lara, belki de Çukurovanın ucuna kadar inip gidiyor, çıplak amacı bürümüş keven çiçekleri de ormandan dağın doruğuna kadar balkıyarak, ışıkları savurarak, bir sırma ışığında, pembede, morda, kırmızıda yukarıya çıkıyordu. Çok uzaklardan birtakım uğultuya benzer sesler geliyor, yücelerde kanatlarını iyice germiş iri kartallar uçuyor, yerlerinden hiç kıpırdamıyor, göğe yapışmışlar gibi oldukları yerde süzülüyorlardı. Uzun boyunlu, kırmızı salkımıyla -bir çiçek, bir çalılığın ortasından güneşe doğru uzanmıştı. Kısacık mavi, mor, sarı çiçekler kevenlerin aralarını doldurmuşlardı. Kaim, kara, güçlü arılar çok sesli, gürültüyle vızılayarak çiçekten çiçeğe uçuşuyorlardı. Küçücük, bir başparmak kadar küçücük, renkli kuşlar kevenden kevene konuyorlardı. Karnını doyuran Müslümün canı sıkılıyordu. Oysa onun canı hiç sıkılmazdı. Bir küçücük kuşa, bir karıncaya, bir arıya, böceğe, kartala dalar, onların yaşamına katışır, kendini unutur giderdi. Gökyüzü de onun için bir tuhaf, kocaman mavi bir çiçek, koskocaman, kanatlarını açmış bir kuştu. Karnını doyurduktan sonra hep çiğdem soğanı çıkarmaya gider, çiğdemin çiçeklerinden, yeraltındaki en kocaman soğanları bulur çıkarırdı. Solgun, kurumuş çiçeklerin soğanları büyük ve çok sütlü olurdu. Müslüm kökücüyle bir abanmada bir kökü dışarıya alıverirdi. Bu işte çok ustalaşmıştı. En iri çiğdemler de taş dipleriyle çalı aralarında, kevenlerin altlarında biterlerdi. Koyu sarı, kısa saplı çiçekleri göz kamaştırırdı. Öylesine parlak, öylesine sarı. Müslüm çiğdem köklerini kazarken hiç bilmediği taze, buğulu bir kokuyla toprak kokar, onun başını döndürür, sarhoş ederdi.
Çiğdem çıkarması epeyce uzun sürdü. Günbatıya yıkılıp gitmiş, o çiğdem çıkarma telaşesinden her şeyi unutmuştu. Torbası soğanlarla dolunca, birazıcık ağrımış belini doğrulttu aşağılara ormana, ardından da yukarıya, dağın doruğundaki süzülen kartallara baktı. Sonra da oturdu, somurtarak çiğdem soğanlarını soymaya başladı. Soğanların üstünü zar gibi açık kahverengi bir ağ kaplardı. Ağı soğanın üstünden sıyırıp alınca iri
79
bir nohut tanesinden biraz daha iri soğan apak ortaya çıkardı. Çiğdem çiçekleri ister çiğ, ister sütle kaynatılıp yenirdi. Her derde deva sayılır, kokusu uzun bir süre insanın genzinden gitmezdi.
Müslüm bir yandan usul usul çiğdemlerini soyuyor, bir yandan da ağır ağır çiğneyerek yiyordu. Yüzü terlemiş, keven çiçekleri gibi pespembe olmuş, çimeni yeşil gözleri kartal gözleri gibi yöreyi araştırıyordu durmadan. Bir ara köpeğinin başını kaldırıp, kulaklarını diktiğini gördü. Ayağa kalktı, bir yandan soyduğu çiğdemleri avuç avuç atıştırıyor, bir yandan gözleri ormanı, yöreyi araştırıyordu. Sonra köpek ayağa kalkıp ormana doğru ürmeye başladı, sonra da koyunlara doğru ürerek koştu. Tam bu sırada da ormanın içinden ilk candarmanın şapkasının altındaki pirinç ay yıldızı parlayıp söndü. Ardından da kır bir ata binili Faruk Yüzbaşı çıktı. Yüzü azgındı. Onun ardından da tüfeklerini omuzlarına asmış candarmalar gözüktü. Düzlüğün sağ yanındaki pınarın orada Yüzbaşı atından indi. Göğsündeki dürbün ilk anda göze çarpıyordu. Tabancasını manevra kayışının tam altına bağlamıştı, kocaman bir tabancaydı. Parlayan çizmeler giymişti. Bıyıklarını da sipsivri burmuştu. Bu bıyıklar ona heybet veriyordu. Giyitleri yeni ütüden çıkmış, az önce giyilmiş gibiydi. Candarmalar da pınarın üst başına tüfeklerini çatıp sırasıyla çam oluktan mataralarını doldurup su içtiler. Onlara üren köpeğini durdurmak için Müslüm yıldırım gibi koşmuş, düzlüğe inip köpeğini tutmuş, bomboş, şaşkınlık dolu gözlerle orada dikilmiş kalmış, onlara bakıyordu.
Onbaşı Kertiş Ali, çoban çocuğu Yüzbaşıya gösterip:
"Bir çoban," dedi, "ilk olarak buralarda bir insanla karşılaşıyoruz."
Yüzbaşı az ötedeki çocuğa başını kaldırıp baktıktan, elindeki sapı gümüş savatlı kırbacıyla oynadıktan sonra, başını önüne geri indirdi:
"Bu bir çocuk," dedi yavaşça.
Kertiş Ali, şu karşıki kıraç dağların koyağına yerleşmiş, ot bitmez, verimsiz, fıkaralıktan canı çıkmış bir köyden olurdu-Askere gidince tezkere bırakmış, uzatmalı olmuştu. Birçok karakolda komutanlık yaptıktan sonra kendi kasabasına atanmış-
80
Cok kıvançlıydı bundan. Burada karakollardaki gibi fazla ¦svet alamıyorsa da, şimdiye kadar kazandıkları yeterdi de ar-rdı bile. Daha şimdiden kasabaya büyük, Ermenilerden kalma bir bahçe içerisine bir ev yaptırmıştı. Kendisini göstermek, köyündeki ününe ün katmak, bütün Çukurovaya namını salmak istiyordu. Onun için para pul hiçti. Onun naçizane düşüncesine göre insana nam gerekti. Bu nam için de onun İnce Me-medi yakalaması, ya da vurması gerekti. İnce yakalansa, ya da vurulsa bütün nam Yüzbaşının olurdu ya, küçük de olsa ona da bir pay düşerdi. Asım Çavuşu dersen, o ne nam istiyordu, ne de şan. O zaten canından bezmişti. Üstelik de İnce Memede, o kan içiciye, Abdi Ağamızı, Hamza Efendimizi, Ali Safa Beyimizi, çiçeği burnundaki Cumhuriyetimizin daha nice kıymetlisini gözlerinin yaşına bakmadan ta gözbebeklerinin ortasından kurşunlamış, beşikteki bebekleri süngülemiş, ben Ağayım, ben Beyim diyenlerin dillerini kökünden kesmiş, ardından da bu insan insanlarımızı kazığa oturtmuşa hayrandı. Şu dağlar eşkıya doluydu. Kertiş Ali Onbaşı iyi biliyordu ki, dağlardaki birçok eşkıya çetesine dokunulamazdı. Mustafa Kemal Paşa benzeri Yüzbaşı Faruk Bey değil, İsmet Paşa bile dokunamazdı. Çünkü onların birçoğu aşağıdaki Çukurova Beylerinin, Ağalarının adamlarıydılar. Bir de kimsesiz eşkıyalar vardı. İnce Memed namlıydı, onu gene fakir fıkaralar, köylüler tutuyorlar, canları gibi, onu gözbebekleri gibi koruyorlardı. Ya ötekiler, hiç kimseye yar olamamışlar... Ne Beylere, ne köylülere... İşte onları kırıp geçiriyorlardı. Onlar da o kadar çoktu ki dağlarda, her ay beş onunu öldürüyorlar, gene bitiremiyorlardı. Kertiş, eşkıya öldürmekte, kurşunu gözlerinin içine sıkmakta ün yapmıştı. Ona daha şimdiden, eşkıya kasabı Allahsız Kertiş Ali diyorlardı. Şu candarmalar içinde köylüleri dövmekte de onun üstüne yoktu. Hele dağ köylülerini... Karakollarda öyle bir dayak uzmanı olmuştu ki, Ankaradakileri on yıl okuturdu. Onun karşısında kurt kuş, yılan çıyan, taş bile dile gelirdi, değil köylü yaratığı. "Bu köylüler sadece dayak atılmak, donlarına işeyinceye, altlarına sıçıncaya kadar dövülmek için kurban olduğum yüce Tanrı tarafından halk edilmişlerdir," derdi. Birkaç yılda uzatmalı onbaşılıktan istifa edecek, Anavarza ovasında Akçasaz yakınlarm-
'kce aydınlığmı artırıyor, orman, pembe keven dikenlerinin ¦ ekleri derin bir yeşilde, yoğun bir pembede biribirlerine ka-srmş tütüyorlardı. Orman, buradan dağın yamacından ta aşa-" lara, belki de Çukurovanın ucuna kadar inip gidiyor, çıplak amacı bürümüş keven çiçekleri de ormandan dağın doruğuna kadar balkıyarak, ışıkları savurarak, bir sırma ışığında, pembede, morda, kırmızıda yukarıya çıkıyordu. Çok uzaklardan birtakım uğultuya benzer sesler geliyor, yücelerde kanatlarını iyice germiş iri kartallar uçuyor, yerlerinden hiç kıpırdamıyor, göğe yapışmışlar gibi oldukları yerde süzülüyorlardı. Uzun boyunlu, kırmızı salkımıyla -bir çiçek, bir çalılığın ortasından güneşe doğru uzanmıştı. Kısacık mavi, mor, sarı çiçekler kevenlerin aralarını doldurmuşlardı. Kaim, kara, güçlü arılar çok sesli, gürültüyle vızılayarak çiçekten çiçeğe uçuşuyorlardı. Küçücük, bir başparmak kadar küçücük, renkli kuşlar kevenden kevene konuyorlardı. Karnını doyuran Müslümün canı sıkılıyordu. Oysa onun canı hiç sıkılmazdı. Bir küçücük kuşa, bir karıncaya, bir arıya, böceğe, kartala dalar, onların yaşamına katışır, kendini unutur giderdi. Gökyüzü de onun için bir tuhaf, kocaman mavi bir çiçek, koskocaman, kanatlarını açmış bir kuştu. Karnını doyurduktan sonra hep çiğdem soğanı çıkarmaya gider, çiğdemin çiçeklerinden, yeraltındaki en kocaman soğanları bulur çıkarırdı. Solgun, kurumuş çiçeklerin soğanları büyük ve çok sütlü olurdu. Müslüm kökücüyle bir abanmada bir kökü dışarıya alıverirdi. Bu işte çok ustalaşmıştı. En iri çiğdemler de taş dipleriyle çalı aralarında, kevenlerin altlarında biterlerdi. Koyu sarı, kısa saplı çiçekleri göz kamaştırırdı. Öylesine parlak, öylesine sarı. Müslüm çiğdem köklerini kazarken hiç bilmediği taze, buğulu bir kokuyla toprak kokar, onun başını döndürür, sarhoş ederdi.
Çiğdem çıkarması epeyce uzun sürdü. Günbatıya yıkılıp gitmiş, o çiğdem çıkarma telaşesinden her şeyi unutmuştu. Torbası soğanlarla dolunca, birazıcık ağrımış belini doğrulttu aşağılara ormana, ardından da yukarıya, dağın doruğundaki süzülen kartallara baktı. Sonra da oturdu, somurtarak çiğdem soğanlarını soymaya başladı. Soğanların üstünü zar gibi açık kahverengi bir ağ kaplardı. Ağı soğanın üstünden sıyırıp alınca iri
79
bir nohut tanesinden biraz daha iri soğan apak ortaya çıkardı. Çiğdem çiçekleri ister çiğ, ister sütle kaynatılıp yenirdi. Her derde deva sayılır, kokusu uzun bir süre insanın genzinden gitmezdi.
Müslüm bir yandan usul usul çiğdemlerini soyuyor, bir yandan da ağır ağır çiğneyerek yiyordu. Yüzü terlemiş, keven çiçekleri gibi pespembe olmuş, çimeni yeşil gözleri kartal gözleri gibi yöreyi araştırıyordu durmadan. Bir ara köpeğinin başını kaldırıp, kulaklarını diktiğini gördü. Ayağa kalktı, bir yandan soyduğu çiğdemleri avuç avuç atıştırıyor, bir yandan gözleri ormanı, yöreyi araştırıyordu. Sonra köpek ayağa kalkıp ormana doğru ürmeye başladı, sonra da koyunlara doğru ürerek koştu. Tam bu sırada da ormanın içinden ilk candarmanın şapkasının altındaki pirinç ay yıldızı parlayıp söndü. Ardından da kır bir ata binili Faruk Yüzbaşı çıktı. Yüzü azgındı. Onun ardından da tüfeklerini omuzlarına asmış candarmalar gözüktü. Düzlüğün sağ yanındaki pınarın orada Yüzbaşı atından indi. Göğsündeki dürbün ilk anda göze çarpıyordu. Tabancasını manevra kayışının tam altına bağlamıştı, kocaman bir tabancaydı. Parlayan çizmeler giymişti. Bıyıklarını da sipsivri burmuştu. Bu bıyıklar ona heybet veriyordu. Giyitleri yeni ütüden çıkmış, az önce giyilmiş gibiydi. Candarmalar da pınarın üst başına tüfeklerini çatıp sırasıyla çam oluktan mataralarını doldurup su içtiler. Onlara üren köpeğini durdurmak için Müslüm yıldırım gibi koşmuş, düzlüğe inip köpeğini tutmuş, bomboş, şaşkınlık dolu gözlerle orada dikilmiş kalmış, onlara bakıyordu.
Onbaşı Kertiş Ali, çoban çocuğu Yüzbaşıya gösterip:
"Bir çoban," dedi, "ilk olarak buralarda bir insanla karşılaşıyoruz."
Yüzbaşı az ötedeki çocuğa başını kaldırıp baktıktan, elindeki sapı gümüş savatlı kırbacıyla oynadıktan sonra, başını önüne geri indirdi:
"Bu bir çocuk," dedi yavaşça.
Kertiş Ali, şu karşıki kıraç dağların koyağına yerleşmiş, ot bitmez, verimsiz, fıkaralıktan canı çıkmış bir köyden olurdu-Askere gidince tezkere bırakmış, uzatmalı olmuştu. Birçok karakolda komutanlık yaptıktan sonra kendi kasabasına atanmış-
80
Cok kıvançlıydı bundan. Burada karakollardaki gibi fazla ¦svet alamıyorsa da, şimdiye kadar kazandıkları yeterdi de ar-rdı bile. Daha şimdiden kasabaya büyük, Ermenilerden kalma bir bahçe içerisine bir ev yaptırmıştı. Kendisini göstermek, köyündeki ününe ün katmak, bütün Çukurovaya namını salmak istiyordu. Onun için para pul hiçti. Onun naçizane düşüncesine göre insana nam gerekti. Bu nam için de onun İnce Me-medi yakalaması, ya da vurması gerekti. İnce yakalansa, ya da vurulsa bütün nam Yüzbaşının olurdu ya, küçük de olsa ona da bir pay düşerdi. Asım Çavuşu dersen, o ne nam istiyordu, ne de şan. O zaten canından bezmişti. Üstelik de İnce Memede, o kan içiciye, Abdi Ağamızı, Hamza Efendimizi, Ali Safa Beyimizi, çiçeği burnundaki Cumhuriyetimizin daha nice kıymetlisini gözlerinin yaşına bakmadan ta gözbebeklerinin ortasından kurşunlamış, beşikteki bebekleri süngülemiş, ben Ağayım, ben Beyim diyenlerin dillerini kökünden kesmiş, ardından da bu insan insanlarımızı kazığa oturtmuşa hayrandı. Şu dağlar eşkıya doluydu. Kertiş Ali Onbaşı iyi biliyordu ki, dağlardaki birçok eşkıya çetesine dokunulamazdı. Mustafa Kemal Paşa benzeri Yüzbaşı Faruk Bey değil, İsmet Paşa bile dokunamazdı. Çünkü onların birçoğu aşağıdaki Çukurova Beylerinin, Ağalarının adamlarıydılar. Bir de kimsesiz eşkıyalar vardı. İnce Memed namlıydı, onu gene fakir fıkaralar, köylüler tutuyorlar, canları gibi, onu gözbebekleri gibi koruyorlardı. Ya ötekiler, hiç kimseye yar olamamışlar... Ne Beylere, ne köylülere... İşte onları kırıp geçiriyorlardı. Onlar da o kadar çoktu ki dağlarda, her ay beş onunu öldürüyorlar, gene bitiremiyorlardı. Kertiş, eşkıya öldürmekte, kurşunu gözlerinin içine sıkmakta ün yapmıştı. Ona daha şimdiden, eşkıya kasabı Allahsız Kertiş Ali diyorlardı. Şu candarmalar içinde köylüleri dövmekte de onun üstüne yoktu. Hele dağ köylülerini... Karakollarda öyle bir dayak uzmanı olmuştu ki, Ankaradakileri on yıl okuturdu. Onun karşısında kurt kuş, yılan çıyan, taş bile dile gelirdi, değil köylü yaratığı. "Bu köylüler sadece dayak atılmak, donlarına işeyinceye, altlarına sıçıncaya kadar dövülmek için kurban olduğum yüce Tanrı tarafından halk edilmişlerdir," derdi. Birkaç yılda uzatmalı onbaşılıktan istifa edecek, Anavarza ovasında Akçasaz yakınlarm-
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
82
"Anladım Yüzbaşım, bu it yalan söylüyor."
Yüzbaşı elindeki kırbacı ona doğru, sus, diye kaldırdı.
"Sen bu gece hiç kurşun sesi duydun mu?"
"Duymadım."
"Nasıl olur, nasıl duymazsın, bütün orman kurşun sesinden biribirine girdi, çarpışma oldu, nasıl duymadın?"
"Uyuyordum. Benim uykum ağırdır."
"Sen nasıl bir çobansın ki uyuyorsun, koyunları kurt kapmaz mı?"
"Kapamaz," diye övündü çoban çocuk. "Sen o sarıyı görüyor musun, on tane kurdu yer. Onun gibi bir köpek yok."
Onun köpeği, o sarı tıpkı insan gibiydi. Her şeyi bilir, anlar, düşünürdü. Bir tek konuşamıyordu. Meram etse belki de konuşurdu.
"Benim bu sarı var ya, hiç çobana bir gerek olmadan bu sürüyü alır bir hafta, on gün, bir ay dağlarda güder. Benim bu sarı var ya, küçücük tehlike olsun, bir yılan, bir akrep, bir insan, ben de uyuyor olayım, gelir beni usulca kolumdan tutar uyandırır."
"Bu gece seni uyandırmadı mı, kurşun seslerini duymadı mı?"
"Kurşun seslerini duysa o beni uyandırırdı."
"Uyandırmıştır," diye bağırdı Kertiş Ali, "ama o duymadım diye yalan söylüyor."
"Uyandırırdı," diye karşılık verdi Müslüm. "Demek ki duymamıştır. O kurşun seslerini bilir. Eşkıyayı, candarmayı, iyi adamı, kötü adamı biribirinden ayırır. Geçenlerde bir adamın boynunu kaptı şu aşağıdaki ormanda az daha adamı boğuyordu. O adam var ya, bir kızın başına çöktükten sonra da onu parçalamışmış. Ya benim sarı öyle bir sarıdır. O, köpeklerin ağası, piridir."
"Çok mu seversin köpeğini?"
"Herkesten çok... O benim arkadaşımdır."
"Anasıdır Yüzbaşım, babasıdır," diye alay etti Kertiş Ali.
Müslüm de ona sert çıkıştı. Onun kim olduğunu iyi biliyordu. Onbaşı olunca on beş candarmayla kendi köyüne git-mıŞ, bütün köyü üç gün üç gece sopadan geçirmişti.
"Ne sandın ya..."
83
"Yalan söylüyor Yüzbaşım. Bu adam İnce Memedin ne yana gittiğini biliyor. Şunun ifadesini alayım."
"Al," dedi Yüzbaşı soğukkanlı.
"Burada mı, ormanda mı?"
"Burada," dedi Yüzbaşı. "Şu aşağıda. Bakalım bu deyyusu nasıl konuşturacaksın?"
Kertiş, Müslüme yumuşacık, sevecenlikle yaklaştı:
"Bak yavrum," dedi, "dün sabah ortalık ışırken, bir yağız ata binmiş, hem de çıplak bir yağız ata, doludizgin önünden geçen tüfekli adamı görmedin mi? Atın üstündeki adam senden az irice... Söyle yavrum, tam ormandan çıktı, senin üstüne geldi, at ayaklarının tapırtısından da sen uyandın, ya da seni köpek uyandırdı. Sen de uyanınca o doludizgin atlıyı gördün. Hangi yana gitti o atlı?"
"Görmedim."
"Görmedin mi?"
"Hiç görmedim."
"Yavrum, senin adm ne?"
"Müslüm."
"Müslüm yavrum, söylemezsen senin için iyi olmaz."
"Hiçbir atlı görmedim."
Dört candarma çoktan hazırlanmışlar bekliyorlardı. En iri-yarısının elinde kaim bir sopa vardı.
"Yıkın şunu."
Hemencecik Müslümü yıkıp tüfeğin kayışını ayaklarına geçirdiler.
"Çıkarın çarıklarını."
Çabucak çarıklarını, çoraplarını çıkarıp öteye, bir keven öbeğinin üstüne attılar.
"Başla."
İriyarı candarma bütün gücüyle sopayı Müslümün ayaklarına durmadan indiriyor, çocuktan hiçbir ses şada çıkmıyordu. Yüzbaşı gözlerini şaşkınlıkla açmış bu tansık işe bakıyordu.
"Devam, daha sert."
Yüzü gözü ter içinde kalmış Müslüm salt dişlerini sıkıyor, sopa her indikçe bedeni bir geriliyor, hopluyor, ardından da çözülüyordu.
84
Aradan epey bir süre geçti, Müslümden çıt çıkmadı. Yüzsüzlerini faltaşı gibi açmış şaşkınlıkla ona bakıyor, o ses çı-
başı d ^-ıı-ı
karmadıkça öfkeleniyordu.
"Ali, sen al sopayı eline," diye sert bir komut verdi. "Bu da nasıl bir iş böyle!"
İriyarı candarmadan sopayı eline alan Ali, bütün gücü, hüneri ustalığıyla abandı çocuğun üstüne. Müslüm, gene gık de-miyordu.
Köpek de gelmiş az ilerde, dört bir yanını mavi çiçekli yarpuz almış pınarın ayakucunda duruyor, kaygılı gözlerle yere yıkılmış, ayaklarına boyuna sopalar inen Müslüme bakıyordu başını dikmiş, tetikte bir hali vardı. Ama Müslümden en küçük bir çıt, bir işaret gelmiyordu.
Yüzbaşı dayanamadı, yerinden kalktı, gitti çoban çocuğun başucunda durdu. Kertiş Ali kapkara kesilmiş, dişlerini sıkmış, kaim sopayı kaldırıyor, bütün gövdesiyle abanarak indiriyor, çocuktan, hoplayıp gerilmekten başka en küçük bir tepki gelmiyordu.
Sonunda çocuğun ayaklan kanamaya başladı.
Yüzbaşı:
"Olamaz Ali Onbaşı, olamaz. Sen hiç böyle bir mahlukata rastlamış miydin?"
Soluk soluğa, ter içinde kalmış Kertiş Ali, "Yok," diye karşılık veriyordu ona, var gücüyle, hıklayarak sopasını indirirken, "yok Yüzbaşım, ben ömrümde böyle bir bela görmedim."
"Söyle oğlum, sen İnce Memedi gördün, değil mi?"
Müslümün dişleri kenetlenmişti, açılmıyordu.
"Söyle oğlum, yoksa bu Ali Onbaşı seni öldürecek. O, böyle döve döve çok adam öldürmüştür."
"Çok öldürdüm, çok öldürdüm," diye bütün bedeni gerilmiş, boyun damarları şişmiş Kertiş Ali, Yüzbaşıyı onaylarken, ayağa inen kalın sopa sanki bükülüyordu. Ve ayaktan kanlar fışkırıyordu. Sopa bir anda kıpkırmızı oldu.
Gözü bir ara orada dikilmiş kalmış köpeğe ilişen Yüzbaşı Faruk:
"Dur," diye sevinç içinde buyurdu Kertiş Aliye, "dur Ali Onbaşı."
"Anladım Yüzbaşım, bu it yalan söylüyor."
Yüzbaşı elindeki kırbacı ona doğru, sus, diye kaldırdı.
"Sen bu gece hiç kurşun sesi duydun mu?"
"Duymadım."
"Nasıl olur, nasıl duymazsın, bütün orman kurşun sesinden biribirine girdi, çarpışma oldu, nasıl duymadın?"
"Uyuyordum. Benim uykum ağırdır."
"Sen nasıl bir çobansın ki uyuyorsun, koyunları kurt kapmaz mı?"
"Kapamaz," diye övündü çoban çocuk. "Sen o sarıyı görüyor musun, on tane kurdu yer. Onun gibi bir köpek yok."
Onun köpeği, o sarı tıpkı insan gibiydi. Her şeyi bilir, anlar, düşünürdü. Bir tek konuşamıyordu. Meram etse belki de konuşurdu.
"Benim bu sarı var ya, hiç çobana bir gerek olmadan bu sürüyü alır bir hafta, on gün, bir ay dağlarda güder. Benim bu sarı var ya, küçücük tehlike olsun, bir yılan, bir akrep, bir insan, ben de uyuyor olayım, gelir beni usulca kolumdan tutar uyandırır."
"Bu gece seni uyandırmadı mı, kurşun seslerini duymadı mı?"
"Kurşun seslerini duysa o beni uyandırırdı."
"Uyandırmıştır," diye bağırdı Kertiş Ali, "ama o duymadım diye yalan söylüyor."
"Uyandırırdı," diye karşılık verdi Müslüm. "Demek ki duymamıştır. O kurşun seslerini bilir. Eşkıyayı, candarmayı, iyi adamı, kötü adamı biribirinden ayırır. Geçenlerde bir adamın boynunu kaptı şu aşağıdaki ormanda az daha adamı boğuyordu. O adam var ya, bir kızın başına çöktükten sonra da onu parçalamışmış. Ya benim sarı öyle bir sarıdır. O, köpeklerin ağası, piridir."
"Çok mu seversin köpeğini?"
"Herkesten çok... O benim arkadaşımdır."
"Anasıdır Yüzbaşım, babasıdır," diye alay etti Kertiş Ali.
Müslüm de ona sert çıkıştı. Onun kim olduğunu iyi biliyordu. Onbaşı olunca on beş candarmayla kendi köyüne git-mıŞ, bütün köyü üç gün üç gece sopadan geçirmişti.
"Ne sandın ya..."
83
"Yalan söylüyor Yüzbaşım. Bu adam İnce Memedin ne yana gittiğini biliyor. Şunun ifadesini alayım."
"Al," dedi Yüzbaşı soğukkanlı.
"Burada mı, ormanda mı?"
"Burada," dedi Yüzbaşı. "Şu aşağıda. Bakalım bu deyyusu nasıl konuşturacaksın?"
Kertiş, Müslüme yumuşacık, sevecenlikle yaklaştı:
"Bak yavrum," dedi, "dün sabah ortalık ışırken, bir yağız ata binmiş, hem de çıplak bir yağız ata, doludizgin önünden geçen tüfekli adamı görmedin mi? Atın üstündeki adam senden az irice... Söyle yavrum, tam ormandan çıktı, senin üstüne geldi, at ayaklarının tapırtısından da sen uyandın, ya da seni köpek uyandırdı. Sen de uyanınca o doludizgin atlıyı gördün. Hangi yana gitti o atlı?"
"Görmedim."
"Görmedin mi?"
"Hiç görmedim."
"Yavrum, senin adm ne?"
"Müslüm."
"Müslüm yavrum, söylemezsen senin için iyi olmaz."
"Hiçbir atlı görmedim."
Dört candarma çoktan hazırlanmışlar bekliyorlardı. En iri-yarısının elinde kaim bir sopa vardı.
"Yıkın şunu."
Hemencecik Müslümü yıkıp tüfeğin kayışını ayaklarına geçirdiler.
"Çıkarın çarıklarını."
Çabucak çarıklarını, çoraplarını çıkarıp öteye, bir keven öbeğinin üstüne attılar.
"Başla."
İriyarı candarma bütün gücüyle sopayı Müslümün ayaklarına durmadan indiriyor, çocuktan hiçbir ses şada çıkmıyordu. Yüzbaşı gözlerini şaşkınlıkla açmış bu tansık işe bakıyordu.
"Devam, daha sert."
Yüzü gözü ter içinde kalmış Müslüm salt dişlerini sıkıyor, sopa her indikçe bedeni bir geriliyor, hopluyor, ardından da çözülüyordu.
84
Aradan epey bir süre geçti, Müslümden çıt çıkmadı. Yüzsüzlerini faltaşı gibi açmış şaşkınlıkla ona bakıyor, o ses çı-
başı d ^-ıı-ı
karmadıkça öfkeleniyordu.
"Ali, sen al sopayı eline," diye sert bir komut verdi. "Bu da nasıl bir iş böyle!"
İriyarı candarmadan sopayı eline alan Ali, bütün gücü, hüneri ustalığıyla abandı çocuğun üstüne. Müslüm, gene gık de-miyordu.
Köpek de gelmiş az ilerde, dört bir yanını mavi çiçekli yarpuz almış pınarın ayakucunda duruyor, kaygılı gözlerle yere yıkılmış, ayaklarına boyuna sopalar inen Müslüme bakıyordu başını dikmiş, tetikte bir hali vardı. Ama Müslümden en küçük bir çıt, bir işaret gelmiyordu.
Yüzbaşı dayanamadı, yerinden kalktı, gitti çoban çocuğun başucunda durdu. Kertiş Ali kapkara kesilmiş, dişlerini sıkmış, kaim sopayı kaldırıyor, bütün gövdesiyle abanarak indiriyor, çocuktan, hoplayıp gerilmekten başka en küçük bir tepki gelmiyordu.
Sonunda çocuğun ayaklan kanamaya başladı.
Yüzbaşı:
"Olamaz Ali Onbaşı, olamaz. Sen hiç böyle bir mahlukata rastlamış miydin?"
Soluk soluğa, ter içinde kalmış Kertiş Ali, "Yok," diye karşılık veriyordu ona, var gücüyle, hıklayarak sopasını indirirken, "yok Yüzbaşım, ben ömrümde böyle bir bela görmedim."
"Söyle oğlum, sen İnce Memedi gördün, değil mi?"
Müslümün dişleri kenetlenmişti, açılmıyordu.
"Söyle oğlum, yoksa bu Ali Onbaşı seni öldürecek. O, böyle döve döve çok adam öldürmüştür."
"Çok öldürdüm, çok öldürdüm," diye bütün bedeni gerilmiş, boyun damarları şişmiş Kertiş Ali, Yüzbaşıyı onaylarken, ayağa inen kalın sopa sanki bükülüyordu. Ve ayaktan kanlar fışkırıyordu. Sopa bir anda kıpkırmızı oldu.
Gözü bir ara orada dikilmiş kalmış köpeğe ilişen Yüzbaşı Faruk:
"Dur," diye sevinç içinde buyurdu Kertiş Aliye, "dur Ali Onbaşı."
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
85
Ali Onbaşı derin bir soluk alarak durdu.
"Kaldır onu."
Kertiş Ali çocuğu elinden tutup zorla ayağa kaldırdı. Müs-lüm ayakta duramayıp boylu boyunca yere serildi.
"Kaldır şu köpeği."
Kertiş Ali çocuğu yerden kaldırdı, koluna girdi. Çocuğun öteki koluna da bir candarma girdi. Çocuk aralarında cansız-mışcasma sallanıyordu.
Asım Çavuş başından beri olanı biteni boş gözlerle seyretmiş, sonra ayağa kalkıp yanlarına gelmişti.
"Bu çocuk ölüyor Yüzbaşım. Bakın, can çekişiyor."
"Bunlar yedi canlıdır, bir şey olmaz bunlara," diye sert çıkıştı ona Yüzbaşı. "Görmedin mi, bu kadar sopa yedi de of bile demedi."
"Yedi canlıdırlar," dedi Kertiş.
"Ben onu konuşturmasını bilirim," dedi Yüzbaşı. Tabancasını belinden çıkardı, orada durup kalmış köpeğe çevirdi: "Aç gözlerini şimdi çoban bey, aç da şimdi az sonra ne olacak onu gör!" Sesi bıçak gibi keskindi, öfkeli, utkulu bir sevinç doluydu.
Çocuk ağır ağır gözlerini açtı, bir tabancaya, bir Yüzbaşıya, bir köpeğe baktı.
"Şimdi söyle," diye gürledi Yüzbaşı. "Eğer şu anda doğruyu hemen söylemezsen köpeğini öldüreceğim."
Çocuk gözlerini kirpiştirdi, çabucak bir köpeğine, bir güneşten menevişlenen Yüzbaşının tabancasına, bir uçları titreyen Yüzbaşının bıyıklarına baktı:
"Söyleyeceğim," dedi. "Sarıyı vurma. Hemen söylerim. İnce Memedi gördüm."
"Ha şöyle," diye güldü Yüzbaşı. "Getirin şunu..."
Gitti eski yerine bir sekinin üstüne çöktü. Çocuğu karşısına getirdiler oturttular.
"Ne bildin İnce Memed olduğunu onun?"
"Tüfeği vardı."
"Başka?"
"Altındaki at yağızdı."
"Başka?"
"Altındaki at çıplaktı."
86
"Başka?"
"Benim kadar bir çocuktu."
"Başka? Hangi yana gitti?"
"Şu yana..." Günbatıyı gösterdi. "Ben onun gittiği yeri de
biliyorum..."
"Nereye gitti?"
"Bakırgediği var ya, işte oradaki mağarada Kel Eşkıya var, dokuz kişisiyle. İnce Memed işte onlara karışmaya gitmiş."
"Ne biliyorsun bütün bunları?"
"Onlar konuştu."
"Kim?"
"Dün Kel Eşkıya burada, şu pınarın başında konuşurken, İnce Memed geliyor, dedi, ondan haber geldi. Onu Bakırgedi-ğindeki mağarada bekleyeceğiz. Sonra da gittiler. Başlarında kırmızı fesleri vardı."
"Peki, daha önce niçin söylemedin bunları?"
"Çok korktum."
Yüzbaşı ayağa kalktı, gerindi, bacaklarının üstünde birkaç kere yaylandıktan sonra, önüne getirdikleri atma atladı ve hareket emrini verdikten sonra, atını orada dikilmiş kalmış köpeğe doğru sürüp tabancasını çıkardı, köpeğe doğrultmasıyla tetiğe asılması bir oldu. Köpek derinden bir venildedi, kıvrandı, kendi yöresinde dönmeye başladı. Yüzbaşı tabancasındaki bütün kurşunları üst üste köpeğin başına boşalttı. Bir anda kan golüne batıp çıkan köpek oraya, yeşil çimenlerin üstüne cansız serildi. Kurşun sesini duyan Müslümün kalkmasıyla köpeğe koşması bir oldu ya, köpek çoktan ölmüş, kevenlerin arasına bir insan gibi upuzun serilmişti.
Candarmalar çekilip giderlerken Müslüm köpeğini kucaklamış, kanlı başını kucağına almış, bir ölü çocuğa ninni söyler gibi ığranıyordu usul usul...
87
Yağız at uzakta, açık kahverengi keskin çakmaktaşından kayalığın üstünde duruyor, usul usul da kuyruğunu sallıyordu.
Kertiş Ali Onbaşı:
"Yüzbaşım," diye bağırdı, "işte o at, İnce Memedin atı. Ali Safa Beyin atı. Demek İnce Memed buralarda. Çoban çocuk doğru söylemiş. Demek İnce Memedi Bakırgediği mağarasında sıkıştıracağız."
"Bu atı vur," diye bağırdı Yüzbaşı.
"Çok uzakta," dedi Kertiş Ali Onbaşı. "Ama onu vurmalı."
Kayalığa doğru koşmaya başladı.
Yüzbaşı arkasından:
"Dur," diye bağırdı. Kertiş Ali Onbaşı olduğu yerde durdu. Yüzbaşı atını üzengiledi, onun yanına vardı. "Ver tüfeğini bana. Sen oraya yetişinceye kadar o at gider." Yamaca doğru atını doldurdu. Yamaç kepir taşlıktı ve bu kepir taşlıkta Yüzbaşının atı zor koşuyor, durmadan tökezliyordu. Yüzbaşı birkaç kere attan düşme korkusu geçirdi ama düşmedi. Kayalığın dibine gelip durduğunda atı köpüğe batmıştı, körük gibi de soluyordu. Yağız at bal rengi, pul pul ışıltılı kayalığın sivrisinde duruyor, daha usul usul kuyruğunu sallıyordu. Yüzbaşı aşağıdan yukarıya bir iyice nişan aldıktan sonra tetiğe bastı, o tetiğe basar basmaz da yağız at ortadan o anda yitti gitti. Yüzbaşı bu işe çok şaşırdı, sağa sola bakındı, attan bir iz bulamadı.
Onu bekleyen askerlerine döndüğünde çok öfkeliydi:
"Vuramadım," dedi. "Nasıl olur?"
Ktiş Ali Onbaşı:
"Yüzbaşım," dedi, "ben buradan iyice baktım, siz daha tüfe-"' doğrultur doğrultmaz o at gözükmez oluverdi. Ne oldu, nere-2itti göremedim. Köylülerin dedikleri gibi bu at büyülü."
Yüzbaşının alnı kırışıp bıyıkları titredi:
"Ne büyülü, ne bir şey," dedi yere tükürerek. "Vuramadım gitti. Çoktan beridir mavzer kullanmıyorum. Keski benim yerime Asım Çavuş ateş etseydi."
Asım Çavuş gülümsedi:
"Haşa Yüzbaşım," dedi, "haşa, sizin vuramadığınızı ben hiç vuramazdım. Ali Onbaşının da dediği gibi, siz daha tüfeği ona doğrulturken, o, bir sündü, upuzun bir çizgi oldu, bir anda boşluğa aktı gitti. O çok kurnaz, hem de deli bir at. O öldürülen Ademi, Yobazoğluyla Ferhat Hoca bunun için öldürüyorlar, bu at için..."
"Fıkara Adem, bu at yüzünden gitti. Rahmetli Ali Safa Bey anlatırdı, o, dünyanın en büyük avcısı, nişancısıymış. Öyle bir adam bu atın ardından yıllarca dolaşmış da onu vuramamış... Sonunda da Ferhat Hocayla atın sahibi Ademi..."
"Ferhat Hocayla Yobazoğlu asılacak, değil mi?"
"Asılacak ya, Ağırceza Reisi çok sert bir adam."
"Kılı kırk yarıyor."
"Giyseler giyseler on sekiz yıl giyerler, diyorlar."
"Onlar asılacaklardır."
"Keski tez günde asılsalar. Başımıza çok iş açacaklar."
"Ne işi?"
"İnce Memed..."
"İnce Memed mi?" Yüzbaşı güldü. "Az sonra onu yakalayacağız."
"Ben bu İnce Memedden bu sefer korkuyorum. Çok deneylerden geçti. Eğer bu sefer onu elimizden kaçırırsak, başımıza Çok bela açacak."
"Atı gibi, öyle mi Çavuşum?"
"Atı gibi Yüzbaşım," diye çekinerek gülümsedi Asım Çavuş.
Yüzbaşı atını sürdü. Asım Çavuş sağ yanında, Kertiş Ali Onbaşı solunda, candarmalar da arkadan yürüyorlardı.
Ali Onbaşı derin bir soluk alarak durdu.
"Kaldır onu."
Kertiş Ali çocuğu elinden tutup zorla ayağa kaldırdı. Müs-lüm ayakta duramayıp boylu boyunca yere serildi.
"Kaldır şu köpeği."
Kertiş Ali çocuğu yerden kaldırdı, koluna girdi. Çocuğun öteki koluna da bir candarma girdi. Çocuk aralarında cansız-mışcasma sallanıyordu.
Asım Çavuş başından beri olanı biteni boş gözlerle seyretmiş, sonra ayağa kalkıp yanlarına gelmişti.
"Bu çocuk ölüyor Yüzbaşım. Bakın, can çekişiyor."
"Bunlar yedi canlıdır, bir şey olmaz bunlara," diye sert çıkıştı ona Yüzbaşı. "Görmedin mi, bu kadar sopa yedi de of bile demedi."
"Yedi canlıdırlar," dedi Kertiş.
"Ben onu konuşturmasını bilirim," dedi Yüzbaşı. Tabancasını belinden çıkardı, orada durup kalmış köpeğe çevirdi: "Aç gözlerini şimdi çoban bey, aç da şimdi az sonra ne olacak onu gör!" Sesi bıçak gibi keskindi, öfkeli, utkulu bir sevinç doluydu.
Çocuk ağır ağır gözlerini açtı, bir tabancaya, bir Yüzbaşıya, bir köpeğe baktı.
"Şimdi söyle," diye gürledi Yüzbaşı. "Eğer şu anda doğruyu hemen söylemezsen köpeğini öldüreceğim."
Çocuk gözlerini kirpiştirdi, çabucak bir köpeğine, bir güneşten menevişlenen Yüzbaşının tabancasına, bir uçları titreyen Yüzbaşının bıyıklarına baktı:
"Söyleyeceğim," dedi. "Sarıyı vurma. Hemen söylerim. İnce Memedi gördüm."
"Ha şöyle," diye güldü Yüzbaşı. "Getirin şunu..."
Gitti eski yerine bir sekinin üstüne çöktü. Çocuğu karşısına getirdiler oturttular.
"Ne bildin İnce Memed olduğunu onun?"
"Tüfeği vardı."
"Başka?"
"Altındaki at yağızdı."
"Başka?"
"Altındaki at çıplaktı."
86
"Başka?"
"Benim kadar bir çocuktu."
"Başka? Hangi yana gitti?"
"Şu yana..." Günbatıyı gösterdi. "Ben onun gittiği yeri de
biliyorum..."
"Nereye gitti?"
"Bakırgediği var ya, işte oradaki mağarada Kel Eşkıya var, dokuz kişisiyle. İnce Memed işte onlara karışmaya gitmiş."
"Ne biliyorsun bütün bunları?"
"Onlar konuştu."
"Kim?"
"Dün Kel Eşkıya burada, şu pınarın başında konuşurken, İnce Memed geliyor, dedi, ondan haber geldi. Onu Bakırgedi-ğindeki mağarada bekleyeceğiz. Sonra da gittiler. Başlarında kırmızı fesleri vardı."
"Peki, daha önce niçin söylemedin bunları?"
"Çok korktum."
Yüzbaşı ayağa kalktı, gerindi, bacaklarının üstünde birkaç kere yaylandıktan sonra, önüne getirdikleri atma atladı ve hareket emrini verdikten sonra, atını orada dikilmiş kalmış köpeğe doğru sürüp tabancasını çıkardı, köpeğe doğrultmasıyla tetiğe asılması bir oldu. Köpek derinden bir venildedi, kıvrandı, kendi yöresinde dönmeye başladı. Yüzbaşı tabancasındaki bütün kurşunları üst üste köpeğin başına boşalttı. Bir anda kan golüne batıp çıkan köpek oraya, yeşil çimenlerin üstüne cansız serildi. Kurşun sesini duyan Müslümün kalkmasıyla köpeğe koşması bir oldu ya, köpek çoktan ölmüş, kevenlerin arasına bir insan gibi upuzun serilmişti.
Candarmalar çekilip giderlerken Müslüm köpeğini kucaklamış, kanlı başını kucağına almış, bir ölü çocuğa ninni söyler gibi ığranıyordu usul usul...
87
Yağız at uzakta, açık kahverengi keskin çakmaktaşından kayalığın üstünde duruyor, usul usul da kuyruğunu sallıyordu.
Kertiş Ali Onbaşı:
"Yüzbaşım," diye bağırdı, "işte o at, İnce Memedin atı. Ali Safa Beyin atı. Demek İnce Memed buralarda. Çoban çocuk doğru söylemiş. Demek İnce Memedi Bakırgediği mağarasında sıkıştıracağız."
"Bu atı vur," diye bağırdı Yüzbaşı.
"Çok uzakta," dedi Kertiş Ali Onbaşı. "Ama onu vurmalı."
Kayalığa doğru koşmaya başladı.
Yüzbaşı arkasından:
"Dur," diye bağırdı. Kertiş Ali Onbaşı olduğu yerde durdu. Yüzbaşı atını üzengiledi, onun yanına vardı. "Ver tüfeğini bana. Sen oraya yetişinceye kadar o at gider." Yamaca doğru atını doldurdu. Yamaç kepir taşlıktı ve bu kepir taşlıkta Yüzbaşının atı zor koşuyor, durmadan tökezliyordu. Yüzbaşı birkaç kere attan düşme korkusu geçirdi ama düşmedi. Kayalığın dibine gelip durduğunda atı köpüğe batmıştı, körük gibi de soluyordu. Yağız at bal rengi, pul pul ışıltılı kayalığın sivrisinde duruyor, daha usul usul kuyruğunu sallıyordu. Yüzbaşı aşağıdan yukarıya bir iyice nişan aldıktan sonra tetiğe bastı, o tetiğe basar basmaz da yağız at ortadan o anda yitti gitti. Yüzbaşı bu işe çok şaşırdı, sağa sola bakındı, attan bir iz bulamadı.
Onu bekleyen askerlerine döndüğünde çok öfkeliydi:
"Vuramadım," dedi. "Nasıl olur?"
Ktiş Ali Onbaşı:
"Yüzbaşım," dedi, "ben buradan iyice baktım, siz daha tüfe-"' doğrultur doğrultmaz o at gözükmez oluverdi. Ne oldu, nere-2itti göremedim. Köylülerin dedikleri gibi bu at büyülü."
Yüzbaşının alnı kırışıp bıyıkları titredi:
"Ne büyülü, ne bir şey," dedi yere tükürerek. "Vuramadım gitti. Çoktan beridir mavzer kullanmıyorum. Keski benim yerime Asım Çavuş ateş etseydi."
Asım Çavuş gülümsedi:
"Haşa Yüzbaşım," dedi, "haşa, sizin vuramadığınızı ben hiç vuramazdım. Ali Onbaşının da dediği gibi, siz daha tüfeği ona doğrulturken, o, bir sündü, upuzun bir çizgi oldu, bir anda boşluğa aktı gitti. O çok kurnaz, hem de deli bir at. O öldürülen Ademi, Yobazoğluyla Ferhat Hoca bunun için öldürüyorlar, bu at için..."
"Fıkara Adem, bu at yüzünden gitti. Rahmetli Ali Safa Bey anlatırdı, o, dünyanın en büyük avcısı, nişancısıymış. Öyle bir adam bu atın ardından yıllarca dolaşmış da onu vuramamış... Sonunda da Ferhat Hocayla atın sahibi Ademi..."
"Ferhat Hocayla Yobazoğlu asılacak, değil mi?"
"Asılacak ya, Ağırceza Reisi çok sert bir adam."
"Kılı kırk yarıyor."
"Giyseler giyseler on sekiz yıl giyerler, diyorlar."
"Onlar asılacaklardır."
"Keski tez günde asılsalar. Başımıza çok iş açacaklar."
"Ne işi?"
"İnce Memed..."
"İnce Memed mi?" Yüzbaşı güldü. "Az sonra onu yakalayacağız."
"Ben bu İnce Memedden bu sefer korkuyorum. Çok deneylerden geçti. Eğer bu sefer onu elimizden kaçırırsak, başımıza Çok bela açacak."
"Atı gibi, öyle mi Çavuşum?"
"Atı gibi Yüzbaşım," diye çekinerek gülümsedi Asım Çavuş.
Yüzbaşı atını sürdü. Asım Çavuş sağ yanında, Kertiş Ali Onbaşı solunda, candarmalar da arkadan yürüyorlardı.
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
89
"Çoban çocuk sence doğru mu, Asım Çavuş?"
"Bilemem," dedi Asım Çavuş. "Bunlar hiç belli olmazlar. Belki de bizi İnce Memedden uzaklaştırmak için..."
"Peki ya, o kadar dayağı niçin yedi?"
"Bizi inandırmak için."
"Az daha ölüyordu..."
"Ölürdü de... Dedim ya Yüzbaşım, bu sefer İnce Memedi elimizden kaçırırsak işimiz zor."
"Kaçırmamalıyız," dedi Yüzbaşı.
"Kara İbrahimi de bulmalıyız."
"Onun köyünden geçelim mi?"
"Adam gönderip onu köyün dışına çağıralım bu gece. 0 bilir İnce Memedin yerini."
"Bilir," dedi Asım Çavuş.
"Bakın Yüzbaşım," diye onların konuşmalarını kesti Kertiş Ali Onbaşı.
Yüzbaşı başını çevirip onun gösterdiği yere baktı, yağız at orada bal rengi, pul pul ipiltili çakmaktaşı kayalığın sivrisinde duruyor, kuyruğunu da usul usul sallıyordu. Yüzbaşı onu görür görmez:
"Ali ver mavzerini," dedi, onun elinden mevzeri kapar kapmaz da atını üzengileyip yokuş yukarı kepir taşlık yamaca sürdü. Kayanın dibine gelir gelmez de tüfeği doğrultup tetiğe çökmesi, onun tetiğe çökmesiyle de atın yitip gitmesi bir oldu.
Yüzbaşı bal rengi kayalığın dibinde bir süre bekledikten sonra aşağıdaki candarmaların yanına ağır ağır atını sürdü.
"Ne oldu, bu sefer vurabildim mi?"
Kertiş Ali Onbaşı başı yerde susuyordu.
"Al şu tüfeğini. Bu at bizimle alay ediyor..."
Gün batarken Üçoluklara geldiler. Üçoluklar mor kayalıklı, kayalıklarda üst üste kevenler bitmiş, her keven de sikirdim gibi çiçeğe durmuş, sarp bir yamaçtan kaynıyordu. Oluklardaki sular üç yerden bu kayalığın dibinden köpürerek fışkırır, mor bir topraktan geçer, ardından da kırmızı çizgili ak bir gediği üç yerinden aşar, büyük çam ağaçlarından oyulmuş oluklara dökülürdü. Olukların altı, yöresi yarpuzlu bir gölcüktü. Gölcüğün dümdüz kıyılarını çok yeşil çimenler kaplamıştı. Yılın on iki
90
nda, karda kışta kıyamette bile bu çimenler hep böyle yem-esil kalırdı. Tüfekleri, içinde binlerce kırmızı benekli alabalık vüzen gölcüğün kıyısına çatıp dinlenmeye geçtiler.
Dinlenmeye geçmişler, Yüzbaşı oturmuş sırtını oradaki bir kayaya* dayıyordu ki Kertiş Ali Onbaşının sesi duyuldu:
"Yüzbaşım, Yüzbaşım, işte orada."
Yüzbaşı başını kaldırınca karşıdaki çıplak tepenin üstünde, batan günün son ışıklarıyla kapkara bir elmas taş gibi ışılayan atı gördü:
"Bunu vurmalıyım Asım Çavuş," diye ayağa kalktı. "Bu at..." Sözünün gerisini getiremedi, bu sırada da Kertiş Ali Onbaşı mavzerini ona uzattı. Tüfeği alan Yüzbaşı aşağıdaki derin dereye indi. Dere kıvrılarak atın durduğu tepenin tam arkasına iniyordu.
Yüzbaşı, bu sefer de gez, göz, arpacık bir iyice nişan aldı, kurşun vızıldadı, ama gene at bir anda ortadan silindi. Yüzbaşı yorgun argın Üçoluklara dönmüştü ki, tepenin ardından bir at kişnemesi geldi, karşı kayalıklarda uzun uzun yankılandı. Yüzbaşının atı da ona bir kişnemeyle karşılık verdi.
Karşıdan, aşağıdaki düzlükten, derenin kıyısındaki ince yoldan bir atlı doludizgin tozu dumana katarak geliyordu.
"Kara İbrahim bu gelen Yüzbaşım," dedi Kertiş Onbaşı.
"Ne bildin?"
"Ben o kadar uzaktan bile onun gelişini bilirim. Üstelik de bize mühim bir haber getiriyor."
"Mühim," dedi Asım Çavuş. "Bizim buralarda olacağımızı biliyordu."
"Yaman adam."
"Çok yaman adam bu İbrahim, Yüzbaşım. Her kaya, her Çalı, her ağaç onun gözü kulağı."
Yüzbaşı sustu. Onlar da susup Kara İbrahimin gelişini beklediler.
Atından gölcüğün kıyısında yere atlayan Kara İbrahim hemen Yüzbaşıya koşup, hazır ola geçip bir selam verdikten sonra:
"Sana haberim var Yüzbaşım," dedi. "Tam dokuz kişiler. °en kendim teker teker saydım onları."
91
"İnce Memedi de gördün mü, içlerinde mi?"
"Bilemem, ben İnce Memedi tanımıyorum Yüzbaşım, belki de içlerinde. Ona benzer bir adamı gördüm."
"Nasıl bir adam?"
"İnce Memedin tarifine uygun... Geniş omuzlu, kısa boylu, kalın kaşlı... Bir de Maraş abası giymişti. Bir de dizleme çorapları vardı bacaklarında. Püsküllü fesini sağ yana yıkmıştı. Dört koşar fişeklik bağlamıştı. Silahı da Alaman filintasıydı. Sol kolu omuzuna asılıydı, hem de öne eğilerek bir hoş, yaralı gibi yürüyordu."
"Ne dersin Asım Çavuş?"
"Bilmem, ben onu görmedim ki Yüzbaşım. Görmedim ama, bu tarif İnce Memed tarifine uyuyor."
"Uyuyor, odur," dedi Kertiş Ali. "Ben onu vurdum, bunu iyi biliyorum."
"Ne dersin İbrahim?"
"Yakalanınca o mudur, değil midir belli olur. Üç adam şimdi onların izini sürüyor. Bu gece nereye sığınırlarsa sığınsınlar, onlar avucumuzun içindeler."
"Erat yemek yesin, istirahata geçsin. Sabaha karşı onları kuşatalım Yüzbaşım."
"Olur Çavuş," dedi Yüzbaşı Faruk. "Şafağa karşı onlar uykudayken."
"Orasını siz bana bırakın Yüzbaşım," dedi Kara İbrahim. "Onların yerini ben bu gece elimle koymuş gibi bulurum. Çok uzakta değiller ve de candarmayı beklemiyorlar."
Yüzbaşı:
"Kara İbrahim," diye onun omuzuna yavaşça, okşarcasına elini koydu, "eğer bu dokuz eşkıyanın içinde İnce Memed varsa, işte o zaman dile benden ne dilersen. Çukurova ağaları seni zengin, Karun ederler. Hele bir etmesinler."
Ve daha tanyerleri ışımamış, ortalık ıhırcık karanlıktı. Eşkıyaların nöbetçi koydukları iriyarı, fesli olduğu alacakaranlıkta bile belli olan eşkıya bir kütüğün üstüne yumulmuş oturmuştu. Uyuklar gibi bir hali vardı.
"Ben bu adamı tanıyorum Yüzbaşım," dedi Kara İbrahim-"Benim öz bir dayımın oğlu olur. Eşkıya olmadan yiğit oğlandı-
"Çoban çocuk sence doğru mu, Asım Çavuş?"
"Bilemem," dedi Asım Çavuş. "Bunlar hiç belli olmazlar. Belki de bizi İnce Memedden uzaklaştırmak için..."
"Peki ya, o kadar dayağı niçin yedi?"
"Bizi inandırmak için."
"Az daha ölüyordu..."
"Ölürdü de... Dedim ya Yüzbaşım, bu sefer İnce Memedi elimizden kaçırırsak işimiz zor."
"Kaçırmamalıyız," dedi Yüzbaşı.
"Kara İbrahimi de bulmalıyız."
"Onun köyünden geçelim mi?"
"Adam gönderip onu köyün dışına çağıralım bu gece. 0 bilir İnce Memedin yerini."
"Bilir," dedi Asım Çavuş.
"Bakın Yüzbaşım," diye onların konuşmalarını kesti Kertiş Ali Onbaşı.
Yüzbaşı başını çevirip onun gösterdiği yere baktı, yağız at orada bal rengi, pul pul ipiltili çakmaktaşı kayalığın sivrisinde duruyor, kuyruğunu da usul usul sallıyordu. Yüzbaşı onu görür görmez:
"Ali ver mavzerini," dedi, onun elinden mevzeri kapar kapmaz da atını üzengileyip yokuş yukarı kepir taşlık yamaca sürdü. Kayanın dibine gelir gelmez de tüfeği doğrultup tetiğe çökmesi, onun tetiğe çökmesiyle de atın yitip gitmesi bir oldu.
Yüzbaşı bal rengi kayalığın dibinde bir süre bekledikten sonra aşağıdaki candarmaların yanına ağır ağır atını sürdü.
"Ne oldu, bu sefer vurabildim mi?"
Kertiş Ali Onbaşı başı yerde susuyordu.
"Al şu tüfeğini. Bu at bizimle alay ediyor..."
Gün batarken Üçoluklara geldiler. Üçoluklar mor kayalıklı, kayalıklarda üst üste kevenler bitmiş, her keven de sikirdim gibi çiçeğe durmuş, sarp bir yamaçtan kaynıyordu. Oluklardaki sular üç yerden bu kayalığın dibinden köpürerek fışkırır, mor bir topraktan geçer, ardından da kırmızı çizgili ak bir gediği üç yerinden aşar, büyük çam ağaçlarından oyulmuş oluklara dökülürdü. Olukların altı, yöresi yarpuzlu bir gölcüktü. Gölcüğün dümdüz kıyılarını çok yeşil çimenler kaplamıştı. Yılın on iki
90
nda, karda kışta kıyamette bile bu çimenler hep böyle yem-esil kalırdı. Tüfekleri, içinde binlerce kırmızı benekli alabalık vüzen gölcüğün kıyısına çatıp dinlenmeye geçtiler.
Dinlenmeye geçmişler, Yüzbaşı oturmuş sırtını oradaki bir kayaya* dayıyordu ki Kertiş Ali Onbaşının sesi duyuldu:
"Yüzbaşım, Yüzbaşım, işte orada."
Yüzbaşı başını kaldırınca karşıdaki çıplak tepenin üstünde, batan günün son ışıklarıyla kapkara bir elmas taş gibi ışılayan atı gördü:
"Bunu vurmalıyım Asım Çavuş," diye ayağa kalktı. "Bu at..." Sözünün gerisini getiremedi, bu sırada da Kertiş Ali Onbaşı mavzerini ona uzattı. Tüfeği alan Yüzbaşı aşağıdaki derin dereye indi. Dere kıvrılarak atın durduğu tepenin tam arkasına iniyordu.
Yüzbaşı, bu sefer de gez, göz, arpacık bir iyice nişan aldı, kurşun vızıldadı, ama gene at bir anda ortadan silindi. Yüzbaşı yorgun argın Üçoluklara dönmüştü ki, tepenin ardından bir at kişnemesi geldi, karşı kayalıklarda uzun uzun yankılandı. Yüzbaşının atı da ona bir kişnemeyle karşılık verdi.
Karşıdan, aşağıdaki düzlükten, derenin kıyısındaki ince yoldan bir atlı doludizgin tozu dumana katarak geliyordu.
"Kara İbrahim bu gelen Yüzbaşım," dedi Kertiş Onbaşı.
"Ne bildin?"
"Ben o kadar uzaktan bile onun gelişini bilirim. Üstelik de bize mühim bir haber getiriyor."
"Mühim," dedi Asım Çavuş. "Bizim buralarda olacağımızı biliyordu."
"Yaman adam."
"Çok yaman adam bu İbrahim, Yüzbaşım. Her kaya, her Çalı, her ağaç onun gözü kulağı."
Yüzbaşı sustu. Onlar da susup Kara İbrahimin gelişini beklediler.
Atından gölcüğün kıyısında yere atlayan Kara İbrahim hemen Yüzbaşıya koşup, hazır ola geçip bir selam verdikten sonra:
"Sana haberim var Yüzbaşım," dedi. "Tam dokuz kişiler. °en kendim teker teker saydım onları."
91
"İnce Memedi de gördün mü, içlerinde mi?"
"Bilemem, ben İnce Memedi tanımıyorum Yüzbaşım, belki de içlerinde. Ona benzer bir adamı gördüm."
"Nasıl bir adam?"
"İnce Memedin tarifine uygun... Geniş omuzlu, kısa boylu, kalın kaşlı... Bir de Maraş abası giymişti. Bir de dizleme çorapları vardı bacaklarında. Püsküllü fesini sağ yana yıkmıştı. Dört koşar fişeklik bağlamıştı. Silahı da Alaman filintasıydı. Sol kolu omuzuna asılıydı, hem de öne eğilerek bir hoş, yaralı gibi yürüyordu."
"Ne dersin Asım Çavuş?"
"Bilmem, ben onu görmedim ki Yüzbaşım. Görmedim ama, bu tarif İnce Memed tarifine uyuyor."
"Uyuyor, odur," dedi Kertiş Ali. "Ben onu vurdum, bunu iyi biliyorum."
"Ne dersin İbrahim?"
"Yakalanınca o mudur, değil midir belli olur. Üç adam şimdi onların izini sürüyor. Bu gece nereye sığınırlarsa sığınsınlar, onlar avucumuzun içindeler."
"Erat yemek yesin, istirahata geçsin. Sabaha karşı onları kuşatalım Yüzbaşım."
"Olur Çavuş," dedi Yüzbaşı Faruk. "Şafağa karşı onlar uykudayken."
"Orasını siz bana bırakın Yüzbaşım," dedi Kara İbrahim. "Onların yerini ben bu gece elimle koymuş gibi bulurum. Çok uzakta değiller ve de candarmayı beklemiyorlar."
Yüzbaşı:
"Kara İbrahim," diye onun omuzuna yavaşça, okşarcasına elini koydu, "eğer bu dokuz eşkıyanın içinde İnce Memed varsa, işte o zaman dile benden ne dilersen. Çukurova ağaları seni zengin, Karun ederler. Hele bir etmesinler."
Ve daha tanyerleri ışımamış, ortalık ıhırcık karanlıktı. Eşkıyaların nöbetçi koydukları iriyarı, fesli olduğu alacakaranlıkta bile belli olan eşkıya bir kütüğün üstüne yumulmuş oturmuştu. Uyuklar gibi bir hali vardı.
"Ben bu adamı tanıyorum Yüzbaşım," dedi Kara İbrahim-"Benim öz bir dayımın oğlu olur. Eşkıya olmadan yiğit oğlandı-
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
92
i sonu buymuş, ne yapalım. Su testisi su yolunda kırılır. Ne oayım, kader böyle imiş. Onu canım kadar severdim."
Yüzbaşı:
"Hazır mısınız Asım Çavuş?" diye sordu.
"Hazırız Yüzbaşım."
"Ben işaret verince toptan yaylım ateşi başlayacak. Ben gnûr vermeden de durmayacaksınız, isterse hepsi öldürülmüş olsun eşkıyaların."
"Baş üstüne Yüzbaşım."
"AH Onbaşı!"
"Buyur Yüzbaşım."
"İlk kurşun senden!"
"Baş üstüne Yüzbaşım."
"Şu kütüğün üstündekini ilk atışta..."
"İlk atışta Yüzbaşım..."
Kara İbrahim içini çekti:
"Vay dayım oğlu vay, vay kadersizim, kimsesizim, vay gün görmemişim vay, az sonra öyle mi? Hay benim iki gözüm çı-kaydı da bu günleri görmeyeydim, hay," diye kendi kendine söylendi durdu bir süre.
Ve ilk kurşunu Kertiş Ali Onbaşının sıkmasıyla kütüğün üstündeki yumulmuş iri adam havaya sıçrar gibi oldu, sonra da kütüğün bu yanma düşüp cansız yere serildi. Kurşun sesleriyle birlikte de Yüzbaşının atı uzun uzun kişnedi, kayalıkların ardından başka bir at da yankılanan kişnemesiyle ona karşılık verdi.
93
Çiftliğe gönderilen yanaşma İngiliz kırması al bir atı alıp gelmişti. At, beş yaşında, dayanıklı, bineği iyi, rahat bir attı. Murtaza Ağa gerçekten, kendi bindiği attan sonra bunu severdi, iyi de koşan bir attı. Aliyle birlikte avluda duran atın yöresinde dönüyorlar, ata hayran bakıyorlardı. Demek Ali bu ata binecekti... Ali gözlerine bir türlü inanamıyordu. Parlak güz güneşinde atın tüyleri pırıl pırıldı. Alnı sakar, sağ ayağı dize kadar sekili at onlar yöresinde dönerlerken keyifli kuyruğunu sallıyordu.
"Çerkeş eyeri mi Ali, Türkmen eyeri mi, hangisini seversin?"
Ali sıkıldı, ellerini ovuşturdu, başını yere dikti, yüz etleri gerildi.
"Sıkılma bre Ali, sen benim kardaşımsın."
"Ağam bilir."
"Git içeriye, içerde bir oda dolusu eyer var, hangisini beğenirsen al."
"Ağam bilir. Sen hangisini münasip görürsen."
Murtaza yanaşmanın elindeki atı aldı:
"Git de içerden kaşı gümüş savatlı Çerkeş eyerini getir," dedi.
"Baş üstüne Ağam."
Eyer gelince Ali gözlerine inanamadı. Eyer, çok değerli bir eyerdi, attan bile değerliydi.
"Ali, eyeri atına sen vur."
94
Ali, yanaşmanın elindeki eyeri elleri titreyerek aldı, ata git-sta bir binici gibi alışkın, eyeri atın sırtına yerleştirip kolanı
' i 1 J
bir iyıce
sıkıladı.
Bin ata da şöyle köprünün ötesine, dün gittiğimiz yerlere
sür.
Ali kıpkırmızı kesilmiş, terlemiş, elleri titriyor, konuşamıyor yerinden de kıpırdayamıyordu. y '"BinAli."
En sonunda Ali kendini zorladı, konuştu:
"Binemem Ağam."
"Neden imiş o?"
"Çünküleyim ben kimim ki Ağamın şu görkemli atına bineyim. Ben kim oluyorum..."
"Sus," diye bağırdı Murtaza Ağa, "sus! Sen benim öz bir kardaşım değil misin, bu at da senin değil mi? Derakap ata
bin!"
Ali ne yaptığını bilmeden kendini atın üstünde buldu.
Murtaza Ağa geriye çekilip gerindi, bir ata bir Aliye baktı:
"Vasüphanallah, Allah nazardan saklasın! Demek yiğidin yakışı da at imiş... Ali!"
"Buyur Ağam," hafif bir ses çıkardı Ali, atın boynuna doğru yumulmuş.
"Giyitlerini yarın alacağız. Belinde nagant tabanca, elinde de Alaman filintası, başında fötür şapka..." Sevinçle bağırdı: "Haydi şimdi sür ve de yel gibi kasabayı çık da geri gel, işimiz var."
Ali atı üzengiledi, al at avlu kapısından dışarıya bir uzun yalım gibi sünüp gözden yitti.
Murtaza Ağa arkasından:
"Aliye de pıravo, kardaşıma," diye bağırdı.
Hüsne Hatun, öteki kadınlar, çocuklar, evdeki konuklar, konağın balkonunda durmuşlar onları seyreyliyorlardı.
Murtaza Ağa avludan ayrılmamış, bir duvardan bir duvara gidip gelerek giden atlıyı bekliyor, başını önüne eğmiş düşünüyordu. Arada sırada da yüzünü avlu kapısına çevirip bir süre duruyor, sonra gene yürümesini sürdürüyordu. Ali gittiği yerden döndüğünde onun haberi bile olmamıştı. Öylesine dalmış
95
gitmişti. Ağanın kendisini görmesini, attan in, demesini bekleyen Ali konak kapısının önünde atın üstünde dikilmiş duruyor gidip gelerek kendi kendine konuşan Ağaya bakıyordu.
Hüsne Hatun yukardan balkondan seslendi sonunda:
"Ağa, Ağa, Ali geldi, duymadın mı?"
Murtaza Ağa başını kaldırdı, şaşırmış, Aliye bir baktı. Az sonra da sert, gerilmiş yüzü yumuşadı:
"Alim, kardaşım geldin mi," dedi. "Nasıl atın iyi mi?"
Ona doğru yürüdü.
Ali attan ineyim mi, inmeyeyim mi diye ikircik içindeydi. Murtaza Ağa birkaç adım ötede durdu, bir ata gözlerini dikip uzun uzun bakıyor, bir Aliye. Ali de ona gözlerini dikmiş buyruğunu bekliyordu.
"Çok güzel, çok münasip," diye gülümsedi sonunda Murtaza Ağa. "Ve de uygun. Ve de başka türlüsü olamaz. Dünyalar izcisi Aliye ve hem de Murtazanın öz bir kardaşma yakışsa ya-kışsa böyle soylu bir at yakışır."
Hayran hayran, sevgi dolu gözlerle Aliye bakıyor, ona attan in demek aklına gelmiyordu.
Yukardan gene Hatun seslendi:
"Ağa, buyur da Ali Efendi kardaşımız attan insin, senin buyruğunu bekliyor."
"Ne, ne?" diye kendi yöresinde telaşla dönen Murtaza Ağa bağırdı. "Estağfurullah, haşa! İn kardaşım Ali..." Yanaşmaları çağırdı: "Çocuklar, neredesiniz, Ali Ağanın atının başını tutun..."
İki yanaşma birden koşup attan inmiş Topal Alinin elinden atın dizginini aldılar. "Çarşıya çıkalım Ali Efendi kardaşım, önce Hacı İsmaile gidelim, sana oradan bir fötür alalım, hem de mebus fötürü."
Ali sıkılmış, başını yere dikmiş, korkarak konuştu:
"Ağam ben fötür giyemem ki... Ben hiç giymedim ondan... Beni bağışla gözünü sevdiğim Ağam."
"Olmaz," diye gürledi Ağa. "O sana ısmarladığım takım elbise fötürsüz giyilmez. Beni ele aleme rezil mi edeceksin Ali, el ne diyecek, söyle, ne diyecek? Murtazanın kardaşmın fötür şapkası bile yok, diyecekler. Düş önüme!"
i sonu buymuş, ne yapalım. Su testisi su yolunda kırılır. Ne oayım, kader böyle imiş. Onu canım kadar severdim."
Yüzbaşı:
"Hazır mısınız Asım Çavuş?" diye sordu.
"Hazırız Yüzbaşım."
"Ben işaret verince toptan yaylım ateşi başlayacak. Ben gnûr vermeden de durmayacaksınız, isterse hepsi öldürülmüş olsun eşkıyaların."
"Baş üstüne Yüzbaşım."
"AH Onbaşı!"
"Buyur Yüzbaşım."
"İlk kurşun senden!"
"Baş üstüne Yüzbaşım."
"Şu kütüğün üstündekini ilk atışta..."
"İlk atışta Yüzbaşım..."
Kara İbrahim içini çekti:
"Vay dayım oğlu vay, vay kadersizim, kimsesizim, vay gün görmemişim vay, az sonra öyle mi? Hay benim iki gözüm çı-kaydı da bu günleri görmeyeydim, hay," diye kendi kendine söylendi durdu bir süre.
Ve ilk kurşunu Kertiş Ali Onbaşının sıkmasıyla kütüğün üstündeki yumulmuş iri adam havaya sıçrar gibi oldu, sonra da kütüğün bu yanma düşüp cansız yere serildi. Kurşun sesleriyle birlikte de Yüzbaşının atı uzun uzun kişnedi, kayalıkların ardından başka bir at da yankılanan kişnemesiyle ona karşılık verdi.
93
Çiftliğe gönderilen yanaşma İngiliz kırması al bir atı alıp gelmişti. At, beş yaşında, dayanıklı, bineği iyi, rahat bir attı. Murtaza Ağa gerçekten, kendi bindiği attan sonra bunu severdi, iyi de koşan bir attı. Aliyle birlikte avluda duran atın yöresinde dönüyorlar, ata hayran bakıyorlardı. Demek Ali bu ata binecekti... Ali gözlerine bir türlü inanamıyordu. Parlak güz güneşinde atın tüyleri pırıl pırıldı. Alnı sakar, sağ ayağı dize kadar sekili at onlar yöresinde dönerlerken keyifli kuyruğunu sallıyordu.
"Çerkeş eyeri mi Ali, Türkmen eyeri mi, hangisini seversin?"
Ali sıkıldı, ellerini ovuşturdu, başını yere dikti, yüz etleri gerildi.
"Sıkılma bre Ali, sen benim kardaşımsın."
"Ağam bilir."
"Git içeriye, içerde bir oda dolusu eyer var, hangisini beğenirsen al."
"Ağam bilir. Sen hangisini münasip görürsen."
Murtaza yanaşmanın elindeki atı aldı:
"Git de içerden kaşı gümüş savatlı Çerkeş eyerini getir," dedi.
"Baş üstüne Ağam."
Eyer gelince Ali gözlerine inanamadı. Eyer, çok değerli bir eyerdi, attan bile değerliydi.
"Ali, eyeri atına sen vur."
94
Ali, yanaşmanın elindeki eyeri elleri titreyerek aldı, ata git-sta bir binici gibi alışkın, eyeri atın sırtına yerleştirip kolanı
' i 1 J
bir iyıce
sıkıladı.
Bin ata da şöyle köprünün ötesine, dün gittiğimiz yerlere
sür.
Ali kıpkırmızı kesilmiş, terlemiş, elleri titriyor, konuşamıyor yerinden de kıpırdayamıyordu. y '"BinAli."
En sonunda Ali kendini zorladı, konuştu:
"Binemem Ağam."
"Neden imiş o?"
"Çünküleyim ben kimim ki Ağamın şu görkemli atına bineyim. Ben kim oluyorum..."
"Sus," diye bağırdı Murtaza Ağa, "sus! Sen benim öz bir kardaşım değil misin, bu at da senin değil mi? Derakap ata
bin!"
Ali ne yaptığını bilmeden kendini atın üstünde buldu.
Murtaza Ağa geriye çekilip gerindi, bir ata bir Aliye baktı:
"Vasüphanallah, Allah nazardan saklasın! Demek yiğidin yakışı da at imiş... Ali!"
"Buyur Ağam," hafif bir ses çıkardı Ali, atın boynuna doğru yumulmuş.
"Giyitlerini yarın alacağız. Belinde nagant tabanca, elinde de Alaman filintası, başında fötür şapka..." Sevinçle bağırdı: "Haydi şimdi sür ve de yel gibi kasabayı çık da geri gel, işimiz var."
Ali atı üzengiledi, al at avlu kapısından dışarıya bir uzun yalım gibi sünüp gözden yitti.
Murtaza Ağa arkasından:
"Aliye de pıravo, kardaşıma," diye bağırdı.
Hüsne Hatun, öteki kadınlar, çocuklar, evdeki konuklar, konağın balkonunda durmuşlar onları seyreyliyorlardı.
Murtaza Ağa avludan ayrılmamış, bir duvardan bir duvara gidip gelerek giden atlıyı bekliyor, başını önüne eğmiş düşünüyordu. Arada sırada da yüzünü avlu kapısına çevirip bir süre duruyor, sonra gene yürümesini sürdürüyordu. Ali gittiği yerden döndüğünde onun haberi bile olmamıştı. Öylesine dalmış
95
gitmişti. Ağanın kendisini görmesini, attan in, demesini bekleyen Ali konak kapısının önünde atın üstünde dikilmiş duruyor gidip gelerek kendi kendine konuşan Ağaya bakıyordu.
Hüsne Hatun yukardan balkondan seslendi sonunda:
"Ağa, Ağa, Ali geldi, duymadın mı?"
Murtaza Ağa başını kaldırdı, şaşırmış, Aliye bir baktı. Az sonra da sert, gerilmiş yüzü yumuşadı:
"Alim, kardaşım geldin mi," dedi. "Nasıl atın iyi mi?"
Ona doğru yürüdü.
Ali attan ineyim mi, inmeyeyim mi diye ikircik içindeydi. Murtaza Ağa birkaç adım ötede durdu, bir ata gözlerini dikip uzun uzun bakıyor, bir Aliye. Ali de ona gözlerini dikmiş buyruğunu bekliyordu.
"Çok güzel, çok münasip," diye gülümsedi sonunda Murtaza Ağa. "Ve de uygun. Ve de başka türlüsü olamaz. Dünyalar izcisi Aliye ve hem de Murtazanın öz bir kardaşma yakışsa ya-kışsa böyle soylu bir at yakışır."
Hayran hayran, sevgi dolu gözlerle Aliye bakıyor, ona attan in demek aklına gelmiyordu.
Yukardan gene Hatun seslendi:
"Ağa, buyur da Ali Efendi kardaşımız attan insin, senin buyruğunu bekliyor."
"Ne, ne?" diye kendi yöresinde telaşla dönen Murtaza Ağa bağırdı. "Estağfurullah, haşa! İn kardaşım Ali..." Yanaşmaları çağırdı: "Çocuklar, neredesiniz, Ali Ağanın atının başını tutun..."
İki yanaşma birden koşup attan inmiş Topal Alinin elinden atın dizginini aldılar. "Çarşıya çıkalım Ali Efendi kardaşım, önce Hacı İsmaile gidelim, sana oradan bir fötür alalım, hem de mebus fötürü."
Ali sıkılmış, başını yere dikmiş, korkarak konuştu:
"Ağam ben fötür giyemem ki... Ben hiç giymedim ondan... Beni bağışla gözünü sevdiğim Ağam."
"Olmaz," diye gürledi Ağa. "O sana ısmarladığım takım elbise fötürsüz giyilmez. Beni ele aleme rezil mi edeceksin Ali, el ne diyecek, söyle, ne diyecek? Murtazanın kardaşmın fötür şapkası bile yok, diyecekler. Düş önüme!"
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
96
Murtaza Ağa önde, Ali arkada avlu kapısından çıktılar. Ağa
çabuk çabuk yürüyor, hem de durmadan konuşuyordu:
"Olur mu, olur mu böyle işler, kardaşım? Hem takım elbise
ek, soylu İngiliz atına binecek, beline fildişi saplı, sapı altın kaplı nagant tabanca takacaksın, bir de Karadağlıoğlu Mur-za Ağanın büyük hünerli, dünyada bir tanecik usta olan, izci-1 r başı olan, ve de izciler şahı olan, er lakabıyla anılır, gözümüzün bebeği ve hem de tüm Çukurovanın umudu Topal Ali olasın, ondan sonracığıma da sen fötür şapka giymeyesin, olamaz kardaşım olamaz."
Durdu, geriye döndü, gene gözlerini bir şeyler arayarak çivi gibi Alinin gözlerinin içine dikti, ardından da:
"Olamaz kardaşım olamaz. Böyle bir adam Arap atsız, fötür şapkasız, nagantsız ve hem de Alaman filintasız, ve hem de Ali Efendi kardaşım, fötür şapkasız olamaz. Hem de öyle bir fötür şapka ki yalınız be yalınız onu ancak mebus beyler ve hem de emekli büyük paşalar giyer. Oldu mu?"
"Baş üstüne Ağam, sen nasıl buyurursan öyle olsun."
"Hah, böyle işte." Yürümeye başladı. Bir, hızla coşkuyla yürüyor, bir, durup Aliyle konuşuyordu. "Yarından tezi yok Ali kardaş, şu Sülemiş tepesinin öte yamacına nişan talimine gideceğiz. Elimiz alışsın. Bakmışsın ki İnce Memedle karşı karşıya gelmişiz, o daha tetiğe basmadan, biz ikimiz iki yerden basacağız tetiğe." Gene durdu: "Ali!"
"Buyur Ağam?"
"Ali sen bir insanı gözünün bebeğinden vurabilir misin?"
"Eskiden vurabilirdim Ağam."
"Mavzerle, uzaktan?"
"Uzaktan Ağam."
"İnce Memedle karşılaşırsak..."
Ali de durmuş, o da çivi gibi gözlerini onun gözünün içine dikmişti. Murtaza Ağa gözlerini onun gözlerinden kaçırıyor, yere, sağa sola bakıyor, nereye bakarsa baksın Alinin gözleri onun gözlerine yapışmış bir türlü bırakmıyordu.
Sonunda Ağa dayanamadı bağırdı:
"Söyle Ali, söyle kardaşım, söyle benden ne istiyorsun?"
Ali de sesini yükseltti:
"Ağa, Ağa," dedi, "sen bana iyi bak, ben Topal Aliyim. Öyle İnce Memed, Mince Memed benim yanıma yaklaşamaz. Mademki sen bana kardaş dedin, bu kadar itibar ediyorsun bana İran Şahım ağırlar gibi ağırlıyorsun, sen artık gerisine karışma Senin yanma hiç kimse yaklaşamaz. Değil İnce Memed, Mustafa Kemal Paşa bile yaklaşamaz. Mademki biz kendimizi Topal Ali olarak bilmişiz, sen bundan sonra kimseden korkmadan çekinmeden rahat uyu." Sesini biraz daha yükselterek: "Bir daha da beni denemeye kalkma, olur mu? Mademki biribirimize kardaş dedik. Var mı bundan ötesi?"
"Yok," diye gözleri sevinç içinde kalmış Murtaza onun koluna girdi, yürüdüler. "Yok, ben ayıp ediyorum. Can korkusu, ne varsa bu canda, nasıl olsa ölecek değil miyiz, insan gene de korkuyor, korkup zıvanadan çıkıyor. Kusura kalma kardaşım, sana ta başta kardaş dediğimde güvenmeliydim."
Murtaza Ağanın ayakları sevinçten uçuyor, Topal Aliyi kolundan yakalamış sürüklüyordu.
"Koktu," dedi, "çok koktu."
"Kokar," dedi Ali.
"Şişti."
"Şişer," dedi Ali, "güz günü de olsa, Çukurova çok sıcak."
"Ali!"
"Buyur Ağam."
"Sen saata bakmasını bilir misin?"
"Bilirim."
"Sana bir de altın ve hem de bir okka altın köstekli Longi-nes marka saat gerek."
Ali susuyordu.
"Evet ve hem de evet, sana böyle bir saat yakışıp gelir... Saati yeleğin bir cebine, kösteğin ucunu da yeleğin öteki cebine sokarsın, bir okka kösteği de göbeğinin üstüne sarkıtırsın..." Kendi saatini gösterdi, "İşte böyle, işte böyle gece gündüz ışıldar durur."
"Sağ ol Ağam, kardaşım."
Ne giyitler, ne at, ne tabanca, ne mavzer, hiçbir tanesi saat kadar etkilememişti Topal Aliyi. Saat sözünü duyunca heyecanlandı, yüzü sarardı, dudakları titredi, ayakları feldirde-
98
Alideki bu değişiklik de Murtaza Ağanın gözünden kaçmadı-
"Evet ve hem de bin kere evet, sana bir altın saat yazıp du-
Ve hem de altının parıltısı yüzüne vurup durur."
Hacı İsmailin dükkanının önüne gelmişler, orayı çoktan geçmişler, Murtaza Ağa, Alinin saat işine çok sevindiğini anla-vınca, veryansın ediyordu saatlar üstüne. Alinin koluna iyice eirmiş, uzun gövdesiyle ona abanmış, kendinden geçmiş, alacağı saatm ne biçim bir saat olacağını, onu İsviçreden doğrudan doğruya saatm fabrikasından getirteceğini söylüyor, saati, taşlarını, nakışlarını, kösteğinin ağırlığını, minelerini bir bir sayıp döküyordu.
"Yiğide dört şey gerek. Bir yiğit dört şeysiz olamaz. Hem de senin gibi bir yiğit. O dört şeyden birincisi saat, ikincisi güzel, kalın sağrılı avrat, üçüncüsü silah, dördüncüsü yavuz, kulağı kalem gibi, tüyleri yıldırdayan attır."
Çarşıyı dışarıya çıktılar gittiler, Murtaza Ağa coşmuş konuşuyordu. Neredeyse kasabayı çıkacaklardı.
Murtaza:
"Ali!" diye gene durunca, farkına vardı ki neredeyse kasabayı dışarı çıkacaklar. "Kasabayı çıkmışız Ali, dönelim."
Döndüler, Hacı İsmailin dükkanına geldiler. Hacı İsmail onları yerden temennanla karşıladı:
"Buyur, buyur, buyur karagözlü, soylu Ağam benim. Seni görmeyeli... Gözleyi gözleyi gözümüz dört oldu. Şu İnce Memed işi de... Duydun mu karnı Hüt dağı gibi... Kokusu daha kasabayı dolanıp durur, ağaçlara, toprağa, duvarlara sinmiş çıkmıyor..." Hemen kasadan kolonya şişesini çıkardı, önce Murtaza Ağanın üstüne, sonra Topal Aliye, ardından da dükkana, sonra da kendine sepeledi. "Kokuyor. O İnce Memed zavallı Ali Safayı tam gözünün bebeğinden..."
"Gözünün bebeğinden," dedi Murtaza. "İnce Memedin merakıdır, vurduğu kimseyi vurunca tam gözünün bebeğinin orta yerinden, yıldızından vuruyor, öyle değil mi Ali?"
Ali:
"Huyudur," dedi.
"Evet huyudur. Bundan sonra da bu kasabadaki Ağaların
Murtaza Ağa önde, Ali arkada avlu kapısından çıktılar. Ağa
çabuk çabuk yürüyor, hem de durmadan konuşuyordu:
"Olur mu, olur mu böyle işler, kardaşım? Hem takım elbise
ek, soylu İngiliz atına binecek, beline fildişi saplı, sapı altın kaplı nagant tabanca takacaksın, bir de Karadağlıoğlu Mur-za Ağanın büyük hünerli, dünyada bir tanecik usta olan, izci-1 r başı olan, ve de izciler şahı olan, er lakabıyla anılır, gözümüzün bebeği ve hem de tüm Çukurovanın umudu Topal Ali olasın, ondan sonracığıma da sen fötür şapka giymeyesin, olamaz kardaşım olamaz."
Durdu, geriye döndü, gene gözlerini bir şeyler arayarak çivi gibi Alinin gözlerinin içine dikti, ardından da:
"Olamaz kardaşım olamaz. Böyle bir adam Arap atsız, fötür şapkasız, nagantsız ve hem de Alaman filintasız, ve hem de Ali Efendi kardaşım, fötür şapkasız olamaz. Hem de öyle bir fötür şapka ki yalınız be yalınız onu ancak mebus beyler ve hem de emekli büyük paşalar giyer. Oldu mu?"
"Baş üstüne Ağam, sen nasıl buyurursan öyle olsun."
"Hah, böyle işte." Yürümeye başladı. Bir, hızla coşkuyla yürüyor, bir, durup Aliyle konuşuyordu. "Yarından tezi yok Ali kardaş, şu Sülemiş tepesinin öte yamacına nişan talimine gideceğiz. Elimiz alışsın. Bakmışsın ki İnce Memedle karşı karşıya gelmişiz, o daha tetiğe basmadan, biz ikimiz iki yerden basacağız tetiğe." Gene durdu: "Ali!"
"Buyur Ağam?"
"Ali sen bir insanı gözünün bebeğinden vurabilir misin?"
"Eskiden vurabilirdim Ağam."
"Mavzerle, uzaktan?"
"Uzaktan Ağam."
"İnce Memedle karşılaşırsak..."
Ali de durmuş, o da çivi gibi gözlerini onun gözünün içine dikmişti. Murtaza Ağa gözlerini onun gözlerinden kaçırıyor, yere, sağa sola bakıyor, nereye bakarsa baksın Alinin gözleri onun gözlerine yapışmış bir türlü bırakmıyordu.
Sonunda Ağa dayanamadı bağırdı:
"Söyle Ali, söyle kardaşım, söyle benden ne istiyorsun?"
Ali de sesini yükseltti:
"Ağa, Ağa," dedi, "sen bana iyi bak, ben Topal Aliyim. Öyle İnce Memed, Mince Memed benim yanıma yaklaşamaz. Mademki sen bana kardaş dedin, bu kadar itibar ediyorsun bana İran Şahım ağırlar gibi ağırlıyorsun, sen artık gerisine karışma Senin yanma hiç kimse yaklaşamaz. Değil İnce Memed, Mustafa Kemal Paşa bile yaklaşamaz. Mademki biz kendimizi Topal Ali olarak bilmişiz, sen bundan sonra kimseden korkmadan çekinmeden rahat uyu." Sesini biraz daha yükselterek: "Bir daha da beni denemeye kalkma, olur mu? Mademki biribirimize kardaş dedik. Var mı bundan ötesi?"
"Yok," diye gözleri sevinç içinde kalmış Murtaza onun koluna girdi, yürüdüler. "Yok, ben ayıp ediyorum. Can korkusu, ne varsa bu canda, nasıl olsa ölecek değil miyiz, insan gene de korkuyor, korkup zıvanadan çıkıyor. Kusura kalma kardaşım, sana ta başta kardaş dediğimde güvenmeliydim."
Murtaza Ağanın ayakları sevinçten uçuyor, Topal Aliyi kolundan yakalamış sürüklüyordu.
"Koktu," dedi, "çok koktu."
"Kokar," dedi Ali.
"Şişti."
"Şişer," dedi Ali, "güz günü de olsa, Çukurova çok sıcak."
"Ali!"
"Buyur Ağam."
"Sen saata bakmasını bilir misin?"
"Bilirim."
"Sana bir de altın ve hem de bir okka altın köstekli Longi-nes marka saat gerek."
Ali susuyordu.
"Evet ve hem de evet, sana böyle bir saat yakışıp gelir... Saati yeleğin bir cebine, kösteğin ucunu da yeleğin öteki cebine sokarsın, bir okka kösteği de göbeğinin üstüne sarkıtırsın..." Kendi saatini gösterdi, "İşte böyle, işte böyle gece gündüz ışıldar durur."
"Sağ ol Ağam, kardaşım."
Ne giyitler, ne at, ne tabanca, ne mavzer, hiçbir tanesi saat kadar etkilememişti Topal Aliyi. Saat sözünü duyunca heyecanlandı, yüzü sarardı, dudakları titredi, ayakları feldirde-
98
Alideki bu değişiklik de Murtaza Ağanın gözünden kaçmadı-
"Evet ve hem de bin kere evet, sana bir altın saat yazıp du-
Ve hem de altının parıltısı yüzüne vurup durur."
Hacı İsmailin dükkanının önüne gelmişler, orayı çoktan geçmişler, Murtaza Ağa, Alinin saat işine çok sevindiğini anla-vınca, veryansın ediyordu saatlar üstüne. Alinin koluna iyice eirmiş, uzun gövdesiyle ona abanmış, kendinden geçmiş, alacağı saatm ne biçim bir saat olacağını, onu İsviçreden doğrudan doğruya saatm fabrikasından getirteceğini söylüyor, saati, taşlarını, nakışlarını, kösteğinin ağırlığını, minelerini bir bir sayıp döküyordu.
"Yiğide dört şey gerek. Bir yiğit dört şeysiz olamaz. Hem de senin gibi bir yiğit. O dört şeyden birincisi saat, ikincisi güzel, kalın sağrılı avrat, üçüncüsü silah, dördüncüsü yavuz, kulağı kalem gibi, tüyleri yıldırdayan attır."
Çarşıyı dışarıya çıktılar gittiler, Murtaza Ağa coşmuş konuşuyordu. Neredeyse kasabayı çıkacaklardı.
Murtaza:
"Ali!" diye gene durunca, farkına vardı ki neredeyse kasabayı dışarı çıkacaklar. "Kasabayı çıkmışız Ali, dönelim."
Döndüler, Hacı İsmailin dükkanına geldiler. Hacı İsmail onları yerden temennanla karşıladı:
"Buyur, buyur, buyur karagözlü, soylu Ağam benim. Seni görmeyeli... Gözleyi gözleyi gözümüz dört oldu. Şu İnce Memed işi de... Duydun mu karnı Hüt dağı gibi... Kokusu daha kasabayı dolanıp durur, ağaçlara, toprağa, duvarlara sinmiş çıkmıyor..." Hemen kasadan kolonya şişesini çıkardı, önce Murtaza Ağanın üstüne, sonra Topal Aliye, ardından da dükkana, sonra da kendine sepeledi. "Kokuyor. O İnce Memed zavallı Ali Safayı tam gözünün bebeğinden..."
"Gözünün bebeğinden," dedi Murtaza. "İnce Memedin merakıdır, vurduğu kimseyi vurunca tam gözünün bebeğinin orta yerinden, yıldızından vuruyor, öyle değil mi Ali?"
Ali:
"Huyudur," dedi.
"Evet huyudur. Bundan sonra da bu kasabadaki Ağaların
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
99
hepsini gözlerinin bebeklerinden vuracakmış. Haber göndermiş, ahdetmiş, ant içmiş, Peygamberin başı için, Allahın adı üstüne, ben Çukurovada, diyormuş gözbebeğinden vurmayacağım ağa bırakmayacağım, hem de domdom kurşunuyla. İsterse hacı olsun, hoca olsun, benim için fark etmez..."
"Allah göstermesin, aman Allah göstermesin, aman Alla-aah... Musibet, felaket, bela... Demek Allahın bir gazabı... Buyurun, oturun..." İkisine birer sandalya uzattı. Kendi de titreyerek oturdu. Çember sakalının üstündeki yanakları kıpkırmızı olmuştu. "Musibet..." Hacı latasını savurarak oturduğu sandal-yasmı onların karşısına çekti. "Demek yemin etmiş, ant vermiş Allahın adı üstüne? Hiçbir kimseyi... Öyle mi? Gözbebeği demek..." Hacı dualar okuyor, ardından da: "Lain," diyordu, "şeytanı lain, demek bütün ağaları?"
Murtaza gülerek Alinin kulağına fısıldadı:
"Bir ben kalacağım, gözbebeğinden kurşun yemeyecek, o da senin yüksek sayende, kardaşlığının yüzü suyu hürmetine."
Ali de gülmeye başladı:
"Evet Hacı Bey, hiç kimse aldırmıyor ama, bu musibet, bu şeytanı lain bence bir şeyler yapacak."
Hacı okuyup üfleyerek:
"Yapacak," dedi. Ardından da gene okuyup üfleyerek: "Bir emriniz mi?"
Murtaza, Aliyi anlatmaya başladı Hacı İsmail Efendiye.
"Biliyorum Ali Ağa kardaşımızı," dedi Hacı İsmail. "Öyle bir ünlü kişiyi kim bilmez ki..."
"Kimse bilmiyor," diye gene başladı Murtaza Ağa. Alinin bütün marifetlerini, izciliğini, gökteki kuşun, sudaki balığın bile izini sürebildiğini bir bir söyledi. Anlattıkça coşuyor, coştuk-ça Alinin akla hayale sığmaz marifetlerini sayıp döküyordu, sonunda sözünü: "İşte bu adam benim öz bir kardaşımdır. Şu darı dünyada tek şeyim budur. İşte bu kardaşıma bir fötür şapka istiyorum ki mebus şapkası olacak ve de Arif Saim Beyin şapkasına benzeyecek."
"Baş üstüne, öyle bir şapka var, var," diye ayağa fırladı sevinçle Hacı İsmail. "Sakladım, kıymetini bilmezler görüp de almasınlar diye bu güzel şapkayı. İnşallah Ali Ağanın başına uyar-'
100
DükKanın ardiyesine girmesiyle elinde büyücek bir bohça
çıkması
bir oldu. Bohçayı masanın üstüne koydu, kırılıp dökü-
i ekmişcesine parmaklarının ucuyla incitmeden açtı. Şapka •mSiyah, sol yanında kırmızı tüyüyle ortaya çıktı. Gerçekten göz kamaştırıyordu.
Murtaza Ağa hemen ayağa kalktı:
"Ne güzel," dedi. "İnşallah Ali Efendi kardaşımm başına
uyar."
"Uyar," dedi Hacı ismail, şapkayı masadan iki eliyle usulcana aldı, yavaş yavaş Alinin yanma geldi: "Lütfen Bey karda-şım serpuşunuzu çıkarır mısınız?"
Ali hemen takkesini başından alıp dizinin üstüne koydu. Doğruldu, başını dikti, Hacı İsmail gene usulca getirdi şapkayı onun başına koydu. Koyduktan sonra da şöyle bir baktı:
"Tam oturdu," diye de ellerini çırptı.
Murtaza Ağa çok ciddi bir yüz takınarak Aliye yaklaştı, uzaklaştı, baktı, eğildi, doğruldu, sağdan soldan gözden geçirdi:
"Oldu," dedi. "Sağ ol. Ceremesi ne kadar?"
Hacı:
"Kıymeti yok," dedi. "Hele siz şapkayı alın götürün, ben deftere yazarım."
Çaylar geldi, içtiler, dükkanda biraz daha oturdular. Ali daha öyle dimdik, kaskatı kesilmiş duruyor, sağına soluna bile bakmıyordu.
"Bir de aynada kendinize bakmaz mısınız efendim?" diye onu elinden tutup baldırdı Hacı İsmail. Ali, gene dimdik, kaskatı, bir kalıp gibi ayağa kalktı. Aynanın önüne gittiler. Ali aynanın önünde hazır olda gibi kaskatı durdu kaldı. Eğer Murtaza Ağa, "Ali kardaş işimiz var, haydi gidelim," demeseydi, belki de Ali sonuna kadar kıpırdamadan aynanın önünde öyle dikilip kalacaktı.
Oradan köşkere gittiler. Köşker çok güzel bir deriden kır-mızı, uzun konçlu postalı hazırlamıştı. Ali postalı giyip dükka-nın içinde şöyle bir dolaştı.
"İyi mi, ayağına iyi geliyor mu Ali kardaş?"
"İyi geliyor," dedi Ali. "Sağ ol Ağam."
101
"Öteki, hele öteki, öyle olan ayağına da? Hani şahin yuvasından düşüp de..."
"Ona da, ona da çok iyi geldi."
Murtaza Ağa köşkere çıkardı parasını verdi.
"Sağ ol Ağam, Allah ziyade etsin. Efendi kardaşımıza bir postal diktim ki üç yılda eskitemez."
"Sağlıcakla kal. Haydi gidelim Ali."
Ali bekliyordu.
"Haydi Ali, ne duruyoruz?"
"Ağa," dedi, durdu Ali.
"Söyle!"
"Eski postalım nerede acaba?"
"Ne yapacaksın eski postalı, altları delik, paramparça olmuş."
"Gerek olur Ağam."
"Haydi canım, ne gereği olacak o eski postalın, bizim canımız sağ iken!"
Ali başında fötr şapkası, ayaklarında kırmızı postalıyla köşker dükkanının ortasında dikilmişti. Sonunda köşker eski postalları getirip eline tutuşturdu.
"Yok," diye bağırdı Murtaza Ağa, "olamaz, bu eski paramparça postallarla çarşıda dolaşamayız. Zinhar, böyle bir şey olamaz! Elalemi üstümüze güldürme kardaşım Ali."
Alinin elindeki postalları alıp dükkanın bir köşesine fırlattı, koluna girdi dükkandan çıktılar. Doğru terziye gittiler, terzi onları epeyce uzaktan görmüş karşılamaya çıkmıştı. Sevinç içinde onları karşıladı, dükkana geldiler.
"Kumaş çok güzel," diye konuşuyordu terzi. "Böyle güzel kumaş geçecek ki insanın eline, işte böyle güzel elbise dike... Demek bu kardaş namlı izci Topal Ali Ağa? Böyle bir adama elbise dikmek benim için şereftir Ağamız."
"Sen izciler başı Topal Ali Ağayı nereden biliyorsun?"
"Onu kim bilmez ki Ağamız? Onun namı yedi düveli tutmuştur. O öyle bir izciymiş ki, kara taş üstünde kara karıncanın izini karanlık gecede sürer imiş."
Ağa kahkahalar atarak güldü. Sevinç içindeydi.
"Tevatür, tevatür," diyordu durmadan, "hem de ne teva-
hepsini gözlerinin bebeklerinden vuracakmış. Haber göndermiş, ahdetmiş, ant içmiş, Peygamberin başı için, Allahın adı üstüne, ben Çukurovada, diyormuş gözbebeğinden vurmayacağım ağa bırakmayacağım, hem de domdom kurşunuyla. İsterse hacı olsun, hoca olsun, benim için fark etmez..."
"Allah göstermesin, aman Allah göstermesin, aman Alla-aah... Musibet, felaket, bela... Demek Allahın bir gazabı... Buyurun, oturun..." İkisine birer sandalya uzattı. Kendi de titreyerek oturdu. Çember sakalının üstündeki yanakları kıpkırmızı olmuştu. "Musibet..." Hacı latasını savurarak oturduğu sandal-yasmı onların karşısına çekti. "Demek yemin etmiş, ant vermiş Allahın adı üstüne? Hiçbir kimseyi... Öyle mi? Gözbebeği demek..." Hacı dualar okuyor, ardından da: "Lain," diyordu, "şeytanı lain, demek bütün ağaları?"
Murtaza gülerek Alinin kulağına fısıldadı:
"Bir ben kalacağım, gözbebeğinden kurşun yemeyecek, o da senin yüksek sayende, kardaşlığının yüzü suyu hürmetine."
Ali de gülmeye başladı:
"Evet Hacı Bey, hiç kimse aldırmıyor ama, bu musibet, bu şeytanı lain bence bir şeyler yapacak."
Hacı okuyup üfleyerek:
"Yapacak," dedi. Ardından da gene okuyup üfleyerek: "Bir emriniz mi?"
Murtaza, Aliyi anlatmaya başladı Hacı İsmail Efendiye.
"Biliyorum Ali Ağa kardaşımızı," dedi Hacı İsmail. "Öyle bir ünlü kişiyi kim bilmez ki..."
"Kimse bilmiyor," diye gene başladı Murtaza Ağa. Alinin bütün marifetlerini, izciliğini, gökteki kuşun, sudaki balığın bile izini sürebildiğini bir bir söyledi. Anlattıkça coşuyor, coştuk-ça Alinin akla hayale sığmaz marifetlerini sayıp döküyordu, sonunda sözünü: "İşte bu adam benim öz bir kardaşımdır. Şu darı dünyada tek şeyim budur. İşte bu kardaşıma bir fötür şapka istiyorum ki mebus şapkası olacak ve de Arif Saim Beyin şapkasına benzeyecek."
"Baş üstüne, öyle bir şapka var, var," diye ayağa fırladı sevinçle Hacı İsmail. "Sakladım, kıymetini bilmezler görüp de almasınlar diye bu güzel şapkayı. İnşallah Ali Ağanın başına uyar-'
100
DükKanın ardiyesine girmesiyle elinde büyücek bir bohça
çıkması
bir oldu. Bohçayı masanın üstüne koydu, kırılıp dökü-
i ekmişcesine parmaklarının ucuyla incitmeden açtı. Şapka •mSiyah, sol yanında kırmızı tüyüyle ortaya çıktı. Gerçekten göz kamaştırıyordu.
Murtaza Ağa hemen ayağa kalktı:
"Ne güzel," dedi. "İnşallah Ali Efendi kardaşımm başına
uyar."
"Uyar," dedi Hacı ismail, şapkayı masadan iki eliyle usulcana aldı, yavaş yavaş Alinin yanma geldi: "Lütfen Bey karda-şım serpuşunuzu çıkarır mısınız?"
Ali hemen takkesini başından alıp dizinin üstüne koydu. Doğruldu, başını dikti, Hacı İsmail gene usulca getirdi şapkayı onun başına koydu. Koyduktan sonra da şöyle bir baktı:
"Tam oturdu," diye de ellerini çırptı.
Murtaza Ağa çok ciddi bir yüz takınarak Aliye yaklaştı, uzaklaştı, baktı, eğildi, doğruldu, sağdan soldan gözden geçirdi:
"Oldu," dedi. "Sağ ol. Ceremesi ne kadar?"
Hacı:
"Kıymeti yok," dedi. "Hele siz şapkayı alın götürün, ben deftere yazarım."
Çaylar geldi, içtiler, dükkanda biraz daha oturdular. Ali daha öyle dimdik, kaskatı kesilmiş duruyor, sağına soluna bile bakmıyordu.
"Bir de aynada kendinize bakmaz mısınız efendim?" diye onu elinden tutup baldırdı Hacı İsmail. Ali, gene dimdik, kaskatı, bir kalıp gibi ayağa kalktı. Aynanın önüne gittiler. Ali aynanın önünde hazır olda gibi kaskatı durdu kaldı. Eğer Murtaza Ağa, "Ali kardaş işimiz var, haydi gidelim," demeseydi, belki de Ali sonuna kadar kıpırdamadan aynanın önünde öyle dikilip kalacaktı.
Oradan köşkere gittiler. Köşker çok güzel bir deriden kır-mızı, uzun konçlu postalı hazırlamıştı. Ali postalı giyip dükka-nın içinde şöyle bir dolaştı.
"İyi mi, ayağına iyi geliyor mu Ali kardaş?"
"İyi geliyor," dedi Ali. "Sağ ol Ağam."
101
"Öteki, hele öteki, öyle olan ayağına da? Hani şahin yuvasından düşüp de..."
"Ona da, ona da çok iyi geldi."
Murtaza Ağa köşkere çıkardı parasını verdi.
"Sağ ol Ağam, Allah ziyade etsin. Efendi kardaşımıza bir postal diktim ki üç yılda eskitemez."
"Sağlıcakla kal. Haydi gidelim Ali."
Ali bekliyordu.
"Haydi Ali, ne duruyoruz?"
"Ağa," dedi, durdu Ali.
"Söyle!"
"Eski postalım nerede acaba?"
"Ne yapacaksın eski postalı, altları delik, paramparça olmuş."
"Gerek olur Ağam."
"Haydi canım, ne gereği olacak o eski postalın, bizim canımız sağ iken!"
Ali başında fötr şapkası, ayaklarında kırmızı postalıyla köşker dükkanının ortasında dikilmişti. Sonunda köşker eski postalları getirip eline tutuşturdu.
"Yok," diye bağırdı Murtaza Ağa, "olamaz, bu eski paramparça postallarla çarşıda dolaşamayız. Zinhar, böyle bir şey olamaz! Elalemi üstümüze güldürme kardaşım Ali."
Alinin elindeki postalları alıp dükkanın bir köşesine fırlattı, koluna girdi dükkandan çıktılar. Doğru terziye gittiler, terzi onları epeyce uzaktan görmüş karşılamaya çıkmıştı. Sevinç içinde onları karşıladı, dükkana geldiler.
"Kumaş çok güzel," diye konuşuyordu terzi. "Böyle güzel kumaş geçecek ki insanın eline, işte böyle güzel elbise dike... Demek bu kardaş namlı izci Topal Ali Ağa? Böyle bir adama elbise dikmek benim için şereftir Ağamız."
"Sen izciler başı Topal Ali Ağayı nereden biliyorsun?"
"Onu kim bilmez ki Ağamız? Onun namı yedi düveli tutmuştur. O öyle bir izciymiş ki, kara taş üstünde kara karıncanın izini karanlık gecede sürer imiş."
Ağa kahkahalar atarak güldü. Sevinç içindeydi.
"Tevatür, tevatür," diyordu durmadan, "hem de ne teva-
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
102
¦¦ " Gülmesi geçince: "Bak, terzibaşı," dedi, "senin o dediğin
yanlış-"
Terzi uzuldu:
"Neymiş o yanlış olan Ağam, bir kusur mu işledik?"
"Her şey doğru da, haşa, ne kusur olacak terzibaşı, haşa... Yalnız o karınca işinde bir hata var. O kara taşın üstünde karanlık gecede kara karıncanın izini süren Ali kardaş değildir. Kara karıncayı gören Allahtır, öyle derler. Ali kardaş gökte uçan kuşun bile izini sürer."
"Karıncanın da," dedi terzi. "Bütün Çukurova, bütün Türkiye onu tanıyor. Hem de Avrupa gazeteleri onun için yazılar yazıyorlar. Dünya da tanıyor onu."
Murtaza Ağa ciddileşti:
"İşte bunu duymamıştım, demek Avrupa gazeteleri onun fotoğrafını basıyor?"
"Basıyor," dedi terzi. "İşte şu kulaklarımla öğretmen Zeki Beyden duydum. Tam şu kulaklarla. Zeki Bey yedi düvelin gazetelerini okur mu okumaz mı?"
Murtaza Ağa yüzünü buruşturarak:
"Okur ama, o bir zındık," dedi.
"Bütün dünyayı bilir mi bilmez mi?"
"Bilir ama, zındık..."
"Zındık olsun," dedi terzi. "O diyor ki, Ali gibi bir adam Avrupada olsa onu baş tacı ederler. Karun kadar da zengin olur, diyor. Böyle bir hüner yeryüzünde kimsede yokmuş. Ama, diyor Zeki Bey..."
"Ne diyor, ne diyor?" diye telaşlandı Murtaza Ağa.
"Diyor ki, çok yazık, diyor, İnce Memed onu yaşatmaz, diyor. İnce Memedin başına gelenler bu Ali Ustanın yüzünden-miş."
"Hiçbir şey yapamaz İnce Memed," diye gürledi Murtaza Ağa. "Onun, o İnce Memedin bizim üstümüze geleceği varsa, göreceği de var. Şu Avrupanın Karun işine gelince, Ali kardaş yakında burada da Karun olacak. Sen tapucu Zülfüyü biliyor musun, onun Arif Saim Beyle nasıl konuştuğunu gördün mü? Selam söyle Zeki Beye, Ali kardaş burada da Karun olacak. Burada da onu baş tacı edeceğiz." Elini terzinin omuzuna pat, di-
103
ye indirdi: "Bak," dedi, "iyi bak Ali Kardasın şu başındaki fötür şapkaya, böyle bir şapkayı Arif Saim Bey, Mustafa Kemal Paşa giymiş mi?"
Terzi, Topal Alinin yöresinde birkaç kere döndükten sonra, saygılıca:
"Ustam," dedi, "şu başındaki şapkaya bakabilir miyim?" sesinde hayranlık vardı.
Topal Ali öyle dimdik, değnek yutmuş gibi duruyor, gözlerini bir noktaya dikmiş donmuş kalmış, hiç kıpırdamıyordu. Sağ eliyle, al, dercesine işaret etti. Terzi şapkayı Alinin başından usulcana aldı, sağma, soluna, üstüne, içine baktı, birkaç kere hafifçe fiskeledi:
"Abooov Ağam!" dedi ardından da. "Bu İtalyan şapkası, abooov, bu bir kucak para... Bunu Adanadaki Deli Memet bile giyemez."
"Giyemez ya," diye övündü Murtaza Ağa.
"Elbiselerini şimdi burada mı giyecek Ali Ustamız, evde mi, bohça yapayım mı?"
"Evde," dedi Murtaza Ağa. "Ancak ev münasiptir böyle bir elbiseye."
Terzi elbiseleri hemen bir bohça yapıp Aliye uzattı:
"Buyur ustam, hayırlı olsun, güle güle giy."
"Yaz deftere."
"Baş üstüne, baş üstüne Ağam."
Murtaza Ağa önde, Topal Ali arkada terziden çıktılar. Konağa doğru gelirlerken:
"Avrupaymış, kadir kıymet bilirmiş Avrupa, deyyus zındık Zeki Bey, biz sanki bilmiyormuşuz gibi. Değil mi Ali kardaş?"
"Öyle Ağam."
"Muallim zındık Zeki gelsin de şu fötürü, şu elbiseyi görsün, Avrupada böylesini giymişler mi bakalım, söylesin. Dillerine pelesenk etmişler, Avrupa da Avrupa! Aaah, ayağındaki şu kırmızı postallar da olmasaydı, o zaman işte, kim kadir kıymet biliyor, kim bilmiyor bütün dünya görürdü."
Avluyu geçip konağın kapısına geldiler. Yukardan, balkondan Hüsne Hatun onları gülümseyerek, sevinerek izliyordu. Aliyi sevmişti. İnceliğine, davranışına, insanlığına hayran kalmıştı.
104
Merdiven başında onları karşıladı:
"Aldınız öyle mi giyitleri? Şapka da ne güzel! Hayırlı olsun, hayırlı olsun..."
"Büyük, aynalı oda açık mı?"
"Açtım," dedi Hüsne Hatun. "Açık ama beni bekleyin kanıda azıcık." Hemen çabucak gidip elinde bir bohçayla geriye döndü. "Bu da Ali kardaşa benim hediyem. İki kat don gömlek, üç çift Ç°raP' mendiller... Buyur Ali Efendi kardaş."
"Gel!" Murtaza Ağa kapıyı iteleyip Aliyi içeriye soktu. "Sen giyin, ben geliyorum. Donunu gömleğini de değiştir. Çorap da giy- Sonra da berbere gideceğiz."
Kapıyı kapadı, onu balkonda beklemekte olan Hatunun yanına gitti:
"Sağ ol," dedi. "Bu adamı el üstünde tutmalıyız. Onu herkes tanıyor. Muallim Zeki Bey diyormuş ki, onu dünyanın gazeteleri yazıyormuş. O zındık okumuş. İnce Memedden bizi korursa bu adam korur. Millet gittikçe azgınlaşıyor. Koskocaman Bey öldürüldü de kimsenin tüyü kıpırdamadı. Korktuğuy-la kaldı Ali Safa Bey..."
"Öldüğüyle kaldı," diye öfkelendi Hüsne Hatun. "Fıkara-nın ölüsünü de it ölüsü gibi kokuttular. Allah Ali Safa Bey gibi kimseyi etmesin. Bu adam iyi bir adama benziyor."
"İnce Memedin de adamı..."
"Ne biliyorsun?"
"Ben biliyorum, anlıyorum. Ama yavaş yavaş bizim tarafımıza geçiyor. Bir hain, bir kafir, ama bir insan yanı var bu adamın. Ekmek yediği sofraya bıçak sokuculardan değil. İçtiği bir kahvenin hatırını kırk yıl sayıcılardan..."
"Becerikli, akıllı. İnsan böylesi insanlara güvenmeli."
"Sağ ol Hatun, ona sen de hediyeler yaptın. Biliyordum zaten. Hele ben gideyim bakayım bakalım, giyinmiş mi bizim Ali Ağa!"
içeriye girdiğinde Ali giyinmiş, aynanın karşısına geçmiş kendisine şaşkın şaşkın bakıyordu.
"Gel Hatun, gel!" diye dışarıya bağırdı Murtaza Ağa, "gel de Ali kardaşımızı gör. Gel gör de ne biçim yiğit, yakışıklı bir adam olmuş bizim kardaşımız, gör!"
105
Hatun koşarcasına odaya girdi, aynadaki Aliye uzun uzun baktı, çok ciddi bir yüzle:
"Ne güzel bir elbise yaptırmışsınız," dedi. "Çok da yakış, mış Ali kardaşa, tıpkı mebus gibi olmuş. Hayırlı olsun. Güle güle eskit Ali kardaş."
Alinin "Sağ ol," diye sesi ancak duyulabildi.
Murtaza Ağa da Alinin yöresinde dönüyor, şapkaya, elbiseye, gömleğe bakıyor, Aliyi tepeden tırnağa inceliyordu. Sonunda dingin bir sesle:
"İyi, münasip, güzel," dedi. "Yalnız bel kemeri eksik, onu unuttuk. Hatun, benim bel kemerlerinden birisini al da getirse-ne."
Hatun hemencecik çıktı geldi:
"Al," dedi, "bunu daha yeni getirmiştin Adanadan."
Murtaza Ağa kemeri aldı, kendi eliyle Alinin pantolonuna geçirdi, tokayı sıktı.
"İstersen gevşeteyim."
Ali başıyla, iyi işareti yaptı.
Murtaza Ağa geriye çekildi, yana gitti, öne geçti Aliye baktı. Aynanın içinde onu seyreyledi. Pencerenin önüne ışığa götürdü bir süre de inceledi orada onu:
"Oldu," dedi. "Ali kardaşı böylece al götür Büyük Millet Meclisine, orta yerine oturt, herkes Başkan geldi sanır. Aaaah, şu postallar da olmasa... Yakışmıyor, üstte fötür, İtalyan malı, altta da kırmızı dağlı çarığı, yakışmıyor."
"Yakışıyor," dedi Hatun, "hem de bir güzel... Postal bizim geleneğimiz, göreneğimiz değil mi, hem de dede yadigarımız, Mustafa Kemal Paşa da onu istemiyor mu?"
Murtaza Ağanın gözleri parladı:
"Doğrusun Hatun," dedi. "Geleneğimiz, göreneğimizdir bizim kırmızı postal. Orta Asyadan bu yana dede yadigarımız-dır. Mustafa Kemal Paşa bunu duysa, bilse, kendisi de bizim Ali Ağa gibi bu postalı giyer, Büyük Millet Meclisinin içinde zort zort gezinirdi... Sen sağ ol hatun. Teşekkür ederim, konuğuma, hem de bana iyi davrandm. Asil azmaz, yol tezikmez, demişler. Sen ki bu dünyanın, koca Türkmenin en soylu Beyinin kızısın... Biz şimdi Ali kardaşlan berbere gidiyoruz."
¦¦ " Gülmesi geçince: "Bak, terzibaşı," dedi, "senin o dediğin
yanlış-"
Terzi uzuldu:
"Neymiş o yanlış olan Ağam, bir kusur mu işledik?"
"Her şey doğru da, haşa, ne kusur olacak terzibaşı, haşa... Yalnız o karınca işinde bir hata var. O kara taşın üstünde karanlık gecede kara karıncanın izini süren Ali kardaş değildir. Kara karıncayı gören Allahtır, öyle derler. Ali kardaş gökte uçan kuşun bile izini sürer."
"Karıncanın da," dedi terzi. "Bütün Çukurova, bütün Türkiye onu tanıyor. Hem de Avrupa gazeteleri onun için yazılar yazıyorlar. Dünya da tanıyor onu."
Murtaza Ağa ciddileşti:
"İşte bunu duymamıştım, demek Avrupa gazeteleri onun fotoğrafını basıyor?"
"Basıyor," dedi terzi. "İşte şu kulaklarımla öğretmen Zeki Beyden duydum. Tam şu kulaklarla. Zeki Bey yedi düvelin gazetelerini okur mu okumaz mı?"
Murtaza Ağa yüzünü buruşturarak:
"Okur ama, o bir zındık," dedi.
"Bütün dünyayı bilir mi bilmez mi?"
"Bilir ama, zındık..."
"Zındık olsun," dedi terzi. "O diyor ki, Ali gibi bir adam Avrupada olsa onu baş tacı ederler. Karun kadar da zengin olur, diyor. Böyle bir hüner yeryüzünde kimsede yokmuş. Ama, diyor Zeki Bey..."
"Ne diyor, ne diyor?" diye telaşlandı Murtaza Ağa.
"Diyor ki, çok yazık, diyor, İnce Memed onu yaşatmaz, diyor. İnce Memedin başına gelenler bu Ali Ustanın yüzünden-miş."
"Hiçbir şey yapamaz İnce Memed," diye gürledi Murtaza Ağa. "Onun, o İnce Memedin bizim üstümüze geleceği varsa, göreceği de var. Şu Avrupanın Karun işine gelince, Ali kardaş yakında burada da Karun olacak. Sen tapucu Zülfüyü biliyor musun, onun Arif Saim Beyle nasıl konuştuğunu gördün mü? Selam söyle Zeki Beye, Ali kardaş burada da Karun olacak. Burada da onu baş tacı edeceğiz." Elini terzinin omuzuna pat, di-
103
ye indirdi: "Bak," dedi, "iyi bak Ali Kardasın şu başındaki fötür şapkaya, böyle bir şapkayı Arif Saim Bey, Mustafa Kemal Paşa giymiş mi?"
Terzi, Topal Alinin yöresinde birkaç kere döndükten sonra, saygılıca:
"Ustam," dedi, "şu başındaki şapkaya bakabilir miyim?" sesinde hayranlık vardı.
Topal Ali öyle dimdik, değnek yutmuş gibi duruyor, gözlerini bir noktaya dikmiş donmuş kalmış, hiç kıpırdamıyordu. Sağ eliyle, al, dercesine işaret etti. Terzi şapkayı Alinin başından usulcana aldı, sağma, soluna, üstüne, içine baktı, birkaç kere hafifçe fiskeledi:
"Abooov Ağam!" dedi ardından da. "Bu İtalyan şapkası, abooov, bu bir kucak para... Bunu Adanadaki Deli Memet bile giyemez."
"Giyemez ya," diye övündü Murtaza Ağa.
"Elbiselerini şimdi burada mı giyecek Ali Ustamız, evde mi, bohça yapayım mı?"
"Evde," dedi Murtaza Ağa. "Ancak ev münasiptir böyle bir elbiseye."
Terzi elbiseleri hemen bir bohça yapıp Aliye uzattı:
"Buyur ustam, hayırlı olsun, güle güle giy."
"Yaz deftere."
"Baş üstüne, baş üstüne Ağam."
Murtaza Ağa önde, Topal Ali arkada terziden çıktılar. Konağa doğru gelirlerken:
"Avrupaymış, kadir kıymet bilirmiş Avrupa, deyyus zındık Zeki Bey, biz sanki bilmiyormuşuz gibi. Değil mi Ali kardaş?"
"Öyle Ağam."
"Muallim zındık Zeki gelsin de şu fötürü, şu elbiseyi görsün, Avrupada böylesini giymişler mi bakalım, söylesin. Dillerine pelesenk etmişler, Avrupa da Avrupa! Aaah, ayağındaki şu kırmızı postallar da olmasaydı, o zaman işte, kim kadir kıymet biliyor, kim bilmiyor bütün dünya görürdü."
Avluyu geçip konağın kapısına geldiler. Yukardan, balkondan Hüsne Hatun onları gülümseyerek, sevinerek izliyordu. Aliyi sevmişti. İnceliğine, davranışına, insanlığına hayran kalmıştı.
104
Merdiven başında onları karşıladı:
"Aldınız öyle mi giyitleri? Şapka da ne güzel! Hayırlı olsun, hayırlı olsun..."
"Büyük, aynalı oda açık mı?"
"Açtım," dedi Hüsne Hatun. "Açık ama beni bekleyin kanıda azıcık." Hemen çabucak gidip elinde bir bohçayla geriye döndü. "Bu da Ali kardaşa benim hediyem. İki kat don gömlek, üç çift Ç°raP' mendiller... Buyur Ali Efendi kardaş."
"Gel!" Murtaza Ağa kapıyı iteleyip Aliyi içeriye soktu. "Sen giyin, ben geliyorum. Donunu gömleğini de değiştir. Çorap da giy- Sonra da berbere gideceğiz."
Kapıyı kapadı, onu balkonda beklemekte olan Hatunun yanına gitti:
"Sağ ol," dedi. "Bu adamı el üstünde tutmalıyız. Onu herkes tanıyor. Muallim Zeki Bey diyormuş ki, onu dünyanın gazeteleri yazıyormuş. O zındık okumuş. İnce Memedden bizi korursa bu adam korur. Millet gittikçe azgınlaşıyor. Koskocaman Bey öldürüldü de kimsenin tüyü kıpırdamadı. Korktuğuy-la kaldı Ali Safa Bey..."
"Öldüğüyle kaldı," diye öfkelendi Hüsne Hatun. "Fıkara-nın ölüsünü de it ölüsü gibi kokuttular. Allah Ali Safa Bey gibi kimseyi etmesin. Bu adam iyi bir adama benziyor."
"İnce Memedin de adamı..."
"Ne biliyorsun?"
"Ben biliyorum, anlıyorum. Ama yavaş yavaş bizim tarafımıza geçiyor. Bir hain, bir kafir, ama bir insan yanı var bu adamın. Ekmek yediği sofraya bıçak sokuculardan değil. İçtiği bir kahvenin hatırını kırk yıl sayıcılardan..."
"Becerikli, akıllı. İnsan böylesi insanlara güvenmeli."
"Sağ ol Hatun, ona sen de hediyeler yaptın. Biliyordum zaten. Hele ben gideyim bakayım bakalım, giyinmiş mi bizim Ali Ağa!"
içeriye girdiğinde Ali giyinmiş, aynanın karşısına geçmiş kendisine şaşkın şaşkın bakıyordu.
"Gel Hatun, gel!" diye dışarıya bağırdı Murtaza Ağa, "gel de Ali kardaşımızı gör. Gel gör de ne biçim yiğit, yakışıklı bir adam olmuş bizim kardaşımız, gör!"
105
Hatun koşarcasına odaya girdi, aynadaki Aliye uzun uzun baktı, çok ciddi bir yüzle:
"Ne güzel bir elbise yaptırmışsınız," dedi. "Çok da yakış, mış Ali kardaşa, tıpkı mebus gibi olmuş. Hayırlı olsun. Güle güle eskit Ali kardaş."
Alinin "Sağ ol," diye sesi ancak duyulabildi.
Murtaza Ağa da Alinin yöresinde dönüyor, şapkaya, elbiseye, gömleğe bakıyor, Aliyi tepeden tırnağa inceliyordu. Sonunda dingin bir sesle:
"İyi, münasip, güzel," dedi. "Yalnız bel kemeri eksik, onu unuttuk. Hatun, benim bel kemerlerinden birisini al da getirse-ne."
Hatun hemencecik çıktı geldi:
"Al," dedi, "bunu daha yeni getirmiştin Adanadan."
Murtaza Ağa kemeri aldı, kendi eliyle Alinin pantolonuna geçirdi, tokayı sıktı.
"İstersen gevşeteyim."
Ali başıyla, iyi işareti yaptı.
Murtaza Ağa geriye çekildi, yana gitti, öne geçti Aliye baktı. Aynanın içinde onu seyreyledi. Pencerenin önüne ışığa götürdü bir süre de inceledi orada onu:
"Oldu," dedi. "Ali kardaşı böylece al götür Büyük Millet Meclisine, orta yerine oturt, herkes Başkan geldi sanır. Aaaah, şu postallar da olmasa... Yakışmıyor, üstte fötür, İtalyan malı, altta da kırmızı dağlı çarığı, yakışmıyor."
"Yakışıyor," dedi Hatun, "hem de bir güzel... Postal bizim geleneğimiz, göreneğimiz değil mi, hem de dede yadigarımız, Mustafa Kemal Paşa da onu istemiyor mu?"
Murtaza Ağanın gözleri parladı:
"Doğrusun Hatun," dedi. "Geleneğimiz, göreneğimizdir bizim kırmızı postal. Orta Asyadan bu yana dede yadigarımız-dır. Mustafa Kemal Paşa bunu duysa, bilse, kendisi de bizim Ali Ağa gibi bu postalı giyer, Büyük Millet Meclisinin içinde zort zort gezinirdi... Sen sağ ol hatun. Teşekkür ederim, konuğuma, hem de bana iyi davrandm. Asil azmaz, yol tezikmez, demişler. Sen ki bu dünyanın, koca Türkmenin en soylu Beyinin kızısın... Biz şimdi Ali kardaşlan berbere gidiyoruz."
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
106
"Güle güle," dedi Hatun, onlar oda kapısından çıkarlarken-
Ali dimdikti, gerilmişti. Kaskatı yürüyor, önüne bakamadı-
„ n£jan bastığı yeri görmüyordu. Merdivenleri inerlerken ner-Hevse yuvarlanıyordu. Murtaza Ağa onu kolundan muhkem kavradı da Ali yukardan aşağıya tepetaklak düşüp bir yerini
kırmadı.
"Güle güle gidin. Akşama gelecek misiniz yemeğe?"
"Dur Hatun dur," diye telaşlandı Murtaza Ağa. "Az daha unutuyordum. Ali Ağanın partallarını ateşe at da gözüm görmesin kardaşım Alinin böyle paramparça giyitler giydiğini... Amanın ihmal etme Hatun, derakap yak!"
"Olur, Ağa, olur, hemen şimdi," diye yukardan aşağıya konuştu Hatun.
Ali boğazlanmaya götürülen birisi gibi derinden inledi:
"Elini ayağını öpeyim Ağam, oğlunu öldürdüm ocağına düştüm, yaktırma benim partalları. O şalvarı bizim köroğlu dokumuştu yedi yıl önce kendi eliyle. İpliğini kendi eğirmiş, boyasını kendi boyamış, kendi elceğiziyle dokumuş, biçmişti, dikmişti. Ayağını öpeyim Ağam, yakmayın benim partallarımı."
"Olmaz," diye kükredi Murtaza Ağa. "Olmaaaz, benim gözüm bir daha göremez senin, kardaşımın, o eski halini anımsatan partalları. Dayanamam, göremem, duramam. Yakın onları, yakın!" Sesi konağın içinde çın çm öttü.
"Hemen," diye kesin konuştu Hatun. "Hemen şimdi, ocak yanıyor zaten."
Ali sustu, bir imdat arar gibi sağa sola bakındı, Ağa onun koluna girmiş dışarıya sürüklüyordu.
Çarşıyı böylece geçtiler, dut ağacının altındaki berber dükkanına girdiler. İçerde berberden başka kimsecikler yoktu. Murtaza Ağa Alinin başındaki fötrü alıp duvardaki çiviye as-hktan sonra:
"Ali Ağayı saç sakal... Bir güzel tıraş edeceksin ki..."
"Baş üstüne Ağam..."
Murtaza Ağa orta yerde durmuş kalmış Aliyi kolundan çekerek götürdü koltuğa oturttu.
Berber:
107
"Demek izci Ali Ağayı da tıraş etmek bize nasip olacakmış Allah bu güzel günü de bize gösterecekmiş..." Beyaz önlüğünü özenle bağladı. Makas şakırdamaya başladı.
Murtaza Ağa biraz öteye, kirli koltuğa dört köşe olup oturmuş, ünlü izci kardeşi Topal Alinin tıraşının bitmesini bekliyOr. du, kendi kendine övünerek.
7
108
Dağların doruklarına gün vurmuştu. Ortalıkta çıt yoktu. Silah sesleri kesileli epeyi olmuştu. Aşağıdaki bir çalının dibinden bir inilti geliyor, Kertiş Ali Onbaşı oraya bir kurşun sallıyor, inilti kesiliyor, bir süre sonra da gene başlıyordu. O başlar başlamaz da Kertiş Ali Onbaşı gene öfkeyle silahını çalıya doğrultuyor, bir kurşun daha sallıyordu oraya.
Candarmalardan hiç ölü yoktu. Yalnız Dörtyollu Muhsin kolundan bir yara almış, kurşun sol bilek kemiğini paramparça etmiş, Yüzbaşı da onu aşağıdaki Çiçeklidere köyüne yollamıştı. Onlar da Dörtyollunun kolunu köydeki cerraha sardırmışlar, bir ata bindirip kasabaya yollamışlardı.
Gün yavaş yavaş aşağılara, dağların yamaçlarına iniyor, ışıltılı bir keven çiçeği pembesi usuldan, ince bir bulut kalkar gibi buğulanıyordu. Yüzbaşı bir kayanın üstüne oturmuş sigara içiyor, düşünüyor, bıyığının da bir ucunu, sigarayı dudaklarından aldıkça ağzına götürüp çiğniyordu. Ihırcık karanlık kalk-roıŞ/ ortalık seçilmeye başlamıştı. Çalının dibindeki inilti daha geliyor, inilti duyuldukça da hemen arkasından Kertiş Onbaşı bir el ateş ediyordu.
Biraz sonra gün iyice açıldı, aşağıdaki düzlükte, kayaların, kevenlerin aralarında, kütüklerin arkalarında birtakım insanlar karılmışlar yatıyorlardı.
"Asım Çavuş!"
Asım Çavuş derin bir uykudan yeni uyanmışcasına yorgun
109
ayağa kalktı, geldi Yüzbaşının karşısına selamı çakıp ayakta di. kildi.
"Asım Çavuş, bu çete kimin çetesiydi?"
Bilmiyorum Yüzbaşım. Benim bildiğime göre buralarda çe. te falan yoktu. Buralarda çete barınamaz. Üstelik de bu kapana hangi eşkıya gelir de kısılır, anlamıyorum. Bu, yeni bir çete olacak."
"Bunların, bu imha ettiklerimizin arasında İnce Merrıed olabilir mi?"
"Bence olabilir Yüzbaşım. Çünkü o da çok tecrübesiz bir eşkıya."
"İnce Memedi öldürdük diye mi bu kadar üzüntülüsün, belki öldürememişizdir. Ne diyorsun?"
"Bence öldürdük Yüzbaşım."
"Ali Onbaşı!"
"Buyur Yüzbaşım!"
"İnce Memed şunlarm arasında mı?"
"Onların arasında."
"Ne biliyorsun?"
"Çünkü Yüzbaşım, bir çoban çocuk ancak İnce Memed için o kadar dayağı yer, başka hiçbir eşkıya için ölmeyi göze alma? bir Yörük."
"Köpeğini İnce Memedden çok seviyormuş demek ki."
Asım Çavuş:
"Onlar köpeklerini analarından da, babalarından da, kardeşlerinden karılarından da, bu dünyada herkesten de çok severler."
"Öyleyse bundan sonra işimiz kolay Çavuşum."
"Kolay..."
"Sen bir köpeğin bu kadar olduğunu biliyordun demek?"
"Biliyordum Yüzbaşım. Ama herkes bu çoban çocuk gibi değil. Bu çocuk köpeğine karasevda bağlamış." Sözünü bitirir bitirmez, "Bak Yüzbaşım," diye de karşı kayalığın doruğunu gösterdi.
Yüzbaşı başını kaldırıp oraya bakınca gözlerine inanamadı-Kekeleyerek:
"O mu, o at mı?" diye kendi kendine söylendi. "Ne tuhaf-Demek İnce Memedin ölüsünü görmeye gelmiş."
"Güle güle," dedi Hatun, onlar oda kapısından çıkarlarken-
Ali dimdikti, gerilmişti. Kaskatı yürüyor, önüne bakamadı-
„ n£jan bastığı yeri görmüyordu. Merdivenleri inerlerken ner-Hevse yuvarlanıyordu. Murtaza Ağa onu kolundan muhkem kavradı da Ali yukardan aşağıya tepetaklak düşüp bir yerini
kırmadı.
"Güle güle gidin. Akşama gelecek misiniz yemeğe?"
"Dur Hatun dur," diye telaşlandı Murtaza Ağa. "Az daha unutuyordum. Ali Ağanın partallarını ateşe at da gözüm görmesin kardaşım Alinin böyle paramparça giyitler giydiğini... Amanın ihmal etme Hatun, derakap yak!"
"Olur, Ağa, olur, hemen şimdi," diye yukardan aşağıya konuştu Hatun.
Ali boğazlanmaya götürülen birisi gibi derinden inledi:
"Elini ayağını öpeyim Ağam, oğlunu öldürdüm ocağına düştüm, yaktırma benim partalları. O şalvarı bizim köroğlu dokumuştu yedi yıl önce kendi eliyle. İpliğini kendi eğirmiş, boyasını kendi boyamış, kendi elceğiziyle dokumuş, biçmişti, dikmişti. Ayağını öpeyim Ağam, yakmayın benim partallarımı."
"Olmaz," diye kükredi Murtaza Ağa. "Olmaaaz, benim gözüm bir daha göremez senin, kardaşımın, o eski halini anımsatan partalları. Dayanamam, göremem, duramam. Yakın onları, yakın!" Sesi konağın içinde çın çm öttü.
"Hemen," diye kesin konuştu Hatun. "Hemen şimdi, ocak yanıyor zaten."
Ali sustu, bir imdat arar gibi sağa sola bakındı, Ağa onun koluna girmiş dışarıya sürüklüyordu.
Çarşıyı böylece geçtiler, dut ağacının altındaki berber dükkanına girdiler. İçerde berberden başka kimsecikler yoktu. Murtaza Ağa Alinin başındaki fötrü alıp duvardaki çiviye as-hktan sonra:
"Ali Ağayı saç sakal... Bir güzel tıraş edeceksin ki..."
"Baş üstüne Ağam..."
Murtaza Ağa orta yerde durmuş kalmış Aliyi kolundan çekerek götürdü koltuğa oturttu.
Berber:
107
"Demek izci Ali Ağayı da tıraş etmek bize nasip olacakmış Allah bu güzel günü de bize gösterecekmiş..." Beyaz önlüğünü özenle bağladı. Makas şakırdamaya başladı.
Murtaza Ağa biraz öteye, kirli koltuğa dört köşe olup oturmuş, ünlü izci kardeşi Topal Alinin tıraşının bitmesini bekliyOr. du, kendi kendine övünerek.
7
108
Dağların doruklarına gün vurmuştu. Ortalıkta çıt yoktu. Silah sesleri kesileli epeyi olmuştu. Aşağıdaki bir çalının dibinden bir inilti geliyor, Kertiş Ali Onbaşı oraya bir kurşun sallıyor, inilti kesiliyor, bir süre sonra da gene başlıyordu. O başlar başlamaz da Kertiş Ali Onbaşı gene öfkeyle silahını çalıya doğrultuyor, bir kurşun daha sallıyordu oraya.
Candarmalardan hiç ölü yoktu. Yalnız Dörtyollu Muhsin kolundan bir yara almış, kurşun sol bilek kemiğini paramparça etmiş, Yüzbaşı da onu aşağıdaki Çiçeklidere köyüne yollamıştı. Onlar da Dörtyollunun kolunu köydeki cerraha sardırmışlar, bir ata bindirip kasabaya yollamışlardı.
Gün yavaş yavaş aşağılara, dağların yamaçlarına iniyor, ışıltılı bir keven çiçeği pembesi usuldan, ince bir bulut kalkar gibi buğulanıyordu. Yüzbaşı bir kayanın üstüne oturmuş sigara içiyor, düşünüyor, bıyığının da bir ucunu, sigarayı dudaklarından aldıkça ağzına götürüp çiğniyordu. Ihırcık karanlık kalk-roıŞ/ ortalık seçilmeye başlamıştı. Çalının dibindeki inilti daha geliyor, inilti duyuldukça da hemen arkasından Kertiş Onbaşı bir el ateş ediyordu.
Biraz sonra gün iyice açıldı, aşağıdaki düzlükte, kayaların, kevenlerin aralarında, kütüklerin arkalarında birtakım insanlar karılmışlar yatıyorlardı.
"Asım Çavuş!"
Asım Çavuş derin bir uykudan yeni uyanmışcasına yorgun
109
ayağa kalktı, geldi Yüzbaşının karşısına selamı çakıp ayakta di. kildi.
"Asım Çavuş, bu çete kimin çetesiydi?"
Bilmiyorum Yüzbaşım. Benim bildiğime göre buralarda çe. te falan yoktu. Buralarda çete barınamaz. Üstelik de bu kapana hangi eşkıya gelir de kısılır, anlamıyorum. Bu, yeni bir çete olacak."
"Bunların, bu imha ettiklerimizin arasında İnce Merrıed olabilir mi?"
"Bence olabilir Yüzbaşım. Çünkü o da çok tecrübesiz bir eşkıya."
"İnce Memedi öldürdük diye mi bu kadar üzüntülüsün, belki öldürememişizdir. Ne diyorsun?"
"Bence öldürdük Yüzbaşım."
"Ali Onbaşı!"
"Buyur Yüzbaşım!"
"İnce Memed şunlarm arasında mı?"
"Onların arasında."
"Ne biliyorsun?"
"Çünkü Yüzbaşım, bir çoban çocuk ancak İnce Memed için o kadar dayağı yer, başka hiçbir eşkıya için ölmeyi göze alma? bir Yörük."
"Köpeğini İnce Memedden çok seviyormuş demek ki."
Asım Çavuş:
"Onlar köpeklerini analarından da, babalarından da, kardeşlerinden karılarından da, bu dünyada herkesten de çok severler."
"Öyleyse bundan sonra işimiz kolay Çavuşum."
"Kolay..."
"Sen bir köpeğin bu kadar olduğunu biliyordun demek?"
"Biliyordum Yüzbaşım. Ama herkes bu çoban çocuk gibi değil. Bu çocuk köpeğine karasevda bağlamış." Sözünü bitirir bitirmez, "Bak Yüzbaşım," diye de karşı kayalığın doruğunu gösterdi.
Yüzbaşı başını kaldırıp oraya bakınca gözlerine inanamadı-Kekeleyerek:
"O mu, o at mı?" diye kendi kendine söylendi. "Ne tuhaf-Demek İnce Memedin ölüsünü görmeye gelmiş."
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
110
Asım Çavuş:
"Çok tuhaf. Köylüler bu at için türlü şeyler söylüyorlar. Sö-zümona bu ata kurşun değmiyormuş, değse de geçmiyormuş."
Yüzbaşı güldü:
"Bir kere daha deneyelim öyleyse."
"Uzak," dedi Asım Çavuş. "Kurşun yetişmez."
"Ali Onbaşı, şu ata ne diyorsun?"
"Bir deneyelim Yüzbaşım."
"Boş ver," dedi Yüzbaşı. "Şunları çok merak ediyorum, öldürdüklerimizi... Acaba İnce Memed aralarında mı?"
"Aralarında Yüzbaşım."
"Sen hiç İnce Memedi gördün mü Ali Onbaşı?"
"Görmedim..."
"Sen Asım Çavuş?"
"Ben bir kere gördüm gibi ama, tanıyamam."
"Köylüler?"
"Onlar tanırlar Yüzbaşım."
Köylüler de yavaş yavaş, aşağıdaki koyağın dibindeki düzlüğe toplanıyorlardı ama yukarıya, candarmaların yanlarına çı-kamıyorlardı.
"Haydi eratı alalım da aşağı inelim, bakalım içlerinde sağ, yaralı bir kimse var mı?"
"O inleyenin de sesini kestim Yüzbaşım."
Aşağıya indiler, o çalının ardındaki inleyen adam ağzı yukarı serilmiş, daha ölüsü soğumamıştı. Bıyıkları yeni terlemiş gencecik birisiydi. Sadece belinde bir tabanca gözüküyor, o da kabından çekilmemiş bile. Başında fes bile yok.
"Bu İnce Memed olamaz," dedi Yüzbaşı. "O daha yaşlı olacak."
"Daha yaşlıdır," dedi Asım Çavuş. "Bu genç Kara İbrahi-min yiğeni olmasın?"
"O nerede?" diye sordu Yüzbaşı.
"O gitti. Yiğeninin ölüsünü görmemek için, son inilti kesimce atına bindi de gitti."
Ölüleri teker teker dolaştılar, hepsi de dokuz kişiydi. O
SenÇ, ölüsü daha soğumamış kişiden başka hepsinin başında
a fes vardı. Hepsi de koşar koşar fişek bağlamışlar ve iyi gi-
111
yimliydiler. Ellerindeki mavzerler de yepyeniydi, fabrikadan dün çıkmış gibi. Sabah ışığında namluları menevişliyordu.
Kuşluk oluncaya kadar ölülerle uğraştılar, saçlarına, gözlerine, boylarına boşlarına baktılar, İnce Memeddir, diye bir kişi. nin üstünde karar kılamadılar. Şu yandaki çukurda yatan, daha parmağı tetikte olan, gözleri ardına kadar açılıp öyle kalmış, sırtındaki sırmalı abası yepyeni kişi İnce Memed olabilirdi.
"Benziyor mu İnce Memede Çavuşum?"
"Bu olabilir Yüzbaşım. İnce Memedin tarifine uyuyor. Omuzları geniş, boyu kısa, avurtları çökük, bıyıkları gösterişsiz, gözleri büyük, dizleme çoraplar, Çerkeş hançeri..."
"Uyuyor bütün bunlar ona, öyle mi?"
"Tıpkı, uyuyor."
"Bu olabilir öyleyse." Yüzbaşı kahkahalarla gülüyordu. "Hala orada duruyor..."
"At sabahın gür ışığında ipileyen kayaların üstünde dimdik durmuş, salt arada bir kuyruğunu sallıyordu. O da olmasa bu at kayadan bir parçadır denebilirdi.
Köylüler de yavaş yavaş gelmişler, koyağın yarlarının üstüne sıralanmışlardı. Çıt çıkarmadan, soluk bile almadan, onlar da oralarda dikilmiş kalmışlardı.
Yüzbaşı onlara seslendi:
"İçinizde İnce Memedi tanıyanlar, görenler, bilenler var mı?"
Yüzbaşı sorusunun karşılığını bir süre bekledi, kalabalıktan çıt çıkmıyordu.
"Hiç kimse İnce Memedi görmedi mi içinizden?"
Kalabalıktan gene bir ses çıkmadı.
Bu sefer Kertiş Ali Onbaşı bağırdı:
"Yahu siz nasıl adamsınız, içinizde eşkıya İnce Memedi bir gören yok mu? Nasıl olur? Hacı Musa sen, sen görmedin mi Ir>' ce Memedi, gel buraya."
"Sen de gel ihtiyar," diye öfkeyle bağırdı Yüzbaşı. "Ne haindir bunlar. Hepsi tanır İnce Memedi bunların, ama söylemezler. Ben de onlara gösteririm."
Yaşlı kişi, Hacı Musa uzun ak sakalını savurarak yokuşta11 aşağıya indi, ölülerin yanma vardı:
112
W
"Buyur Yüzbaşım."
Boynu incecik, bir deri bir kemik kalmış, sakalları ta göbeğine kadar inmiş yaşlı adam, teker teker ölülere bakmaya başladı.
"Bunu," dedi, "bunu tanıyorum. Bu Köstebek Bekirin kel
oğlu. Buna Kel Eşkıya derler, yılını unuttum, çoktan beri dağlardadır. Öldürmüşler işte."
Yüzbaşı onu elinden tutup gözleri faltaşı gibi açılmış eşkıyanın yanına götürdü:
"Bu İnce Memed değil mi?"
Yaşlı adam eğildi kıvrılmış yatan eşkıyanın yüzüne uzun uzun baktı. Eşkıya kurşunu karnından yemiş, kurşunlar onun belden aşağısını parçalamış, bacakları bir kan göleği içinde kalmıştı.
"Bilemedim ama bu İnce Memede benziyor."
Yukardan bir delikanlı hızla indi geldi:
"Ben tanıyorum onu," dedi. "Çiçeklideresinde ona azık götürmüştüm."
"Öyleyse bu adam mı o?" Gözleri faltaşı gibi açılmış adamı gösterdi Yüzbaşı.
Delikanlı eğildi, uzun uzun karnı parçalanmış adamı inceledi:
"Bu değil," diyerek doğruldu.
"Bak bakalım şunlara, hangisi İnce Memed bunların?"
Delikanlı hemen o nöbette olan, uyurken ilk kurşunu yiyen iriyarı adamı gösterdi:
"İşte İnce Memed bu, azık götürdüğüm adam. İşte o boyu kavak kadar olan İnce Memed bu."
"İyi biliyor musun? Yoksa elimden kurtulamazsın. Kemiklerini kırarım."
"Bu Yüzbaşım. Ben Çiçeklideresinde üç gün üst üste azık götürdüğüm İnce Memedi bilmez miyim... Konuştuğum, üç gun yanında oturduğum İnce Memedi tanımaz mıyım. İşte bu adam İnce Memeddir."
Asım Çavuş:
"Allah Allah," dedi, "demek bize İnce Memedin eşkalini kendi köylüleri yanlış vermişler."
113
"Vay alçaklar/' dedi Kertiş Ali Onbaşı.
"Bu İnce Memedse, ben de o Değirmenoluk köylülerine ya. pacağımı bilirim. Zaten hepsi bir olup Hamza Beyi linç etmiş, ler, onu da İnce Memedin üstüne atmışlar. Bunun hesabını, İnCe Memedin de hesabını ben onlardan soracağım."
Yağız at daha orada, kayanın doruğunda, sabahın güneşi vurmuş, pırıltılar içinde bir heykel gibi şavkıyarak duruyordu.
"İçinizde İnce Memedi gören, tanıyan, bilen başka bir kişi var mı?"
Yukardan genç bir kadın:
"Yüzbaşı Efendi, Yüzbaşı Efendi," diye bağırdı, "bak aşağıdan Çiçeklideresinin köylüleri geliyorlar, onların hepsi İnce Memedi tanırlar."
"Çavuş, Mahmut Ağa Çiçeklideresinin Ağası değil miydi, o buraya gelirse..."
"O burada yok Yüzbaşım, ovaya indi, çiftliğinin başında."
"Hani gürleyip duruyordu, o İnce Memed de kimmiş, kimmiş, diye..."
"Gürler Yüzbaşım."
"Bekleyelim Çiçeklideresi köylülerini de İnce Memedi bir iyice teşhis edelim de, ondan sonra kasabaya haber ulaştıralım. Yanlış bir iş yapmayalım. Yoksa bütün dünyaya rezil olduğumuzun resmidir."
Hem konuşuyor, hem de başını kaldırıp orada dikilmiş kalmış ata bakıyordu.
Az sonra Çiçeklideresi köylüleri geldiler, yokuştan aşağıya öteki köylülerle birlikte döküldüler, ortalıkta derin bir sessizlik vardı.
Çok yaşlı, tel tel ak sakalları uzun, beli iki büklüm biri ortaya çıktı, eğilerek, uzun uzun inceleyerek, bütün eşkıyalara baktı, "cık" etti, "Bunların arasında İnce Memed yok," dedi. Ellerini göğe açtı, "Çok şükür koca Allahıma," diyerek dua ettikten sonra kalabalığa karıştı.
"Gel bakalım ihtiyar," diye Yüzbaşı komut verir gibi bağırdı. "Şunu al getir Ali Onbaşı."
Ali Onbaşı yaşlı adamı kalabalığın arasından buldu çıkardı, Yüzbaşının önüne getirdi.
Asım Çavuş:
"Çok tuhaf. Köylüler bu at için türlü şeyler söylüyorlar. Sö-zümona bu ata kurşun değmiyormuş, değse de geçmiyormuş."
Yüzbaşı güldü:
"Bir kere daha deneyelim öyleyse."
"Uzak," dedi Asım Çavuş. "Kurşun yetişmez."
"Ali Onbaşı, şu ata ne diyorsun?"
"Bir deneyelim Yüzbaşım."
"Boş ver," dedi Yüzbaşı. "Şunları çok merak ediyorum, öldürdüklerimizi... Acaba İnce Memed aralarında mı?"
"Aralarında Yüzbaşım."
"Sen hiç İnce Memedi gördün mü Ali Onbaşı?"
"Görmedim..."
"Sen Asım Çavuş?"
"Ben bir kere gördüm gibi ama, tanıyamam."
"Köylüler?"
"Onlar tanırlar Yüzbaşım."
Köylüler de yavaş yavaş, aşağıdaki koyağın dibindeki düzlüğe toplanıyorlardı ama yukarıya, candarmaların yanlarına çı-kamıyorlardı.
"Haydi eratı alalım da aşağı inelim, bakalım içlerinde sağ, yaralı bir kimse var mı?"
"O inleyenin de sesini kestim Yüzbaşım."
Aşağıya indiler, o çalının ardındaki inleyen adam ağzı yukarı serilmiş, daha ölüsü soğumamıştı. Bıyıkları yeni terlemiş gencecik birisiydi. Sadece belinde bir tabanca gözüküyor, o da kabından çekilmemiş bile. Başında fes bile yok.
"Bu İnce Memed olamaz," dedi Yüzbaşı. "O daha yaşlı olacak."
"Daha yaşlıdır," dedi Asım Çavuş. "Bu genç Kara İbrahi-min yiğeni olmasın?"
"O nerede?" diye sordu Yüzbaşı.
"O gitti. Yiğeninin ölüsünü görmemek için, son inilti kesimce atına bindi de gitti."
Ölüleri teker teker dolaştılar, hepsi de dokuz kişiydi. O
SenÇ, ölüsü daha soğumamış kişiden başka hepsinin başında
a fes vardı. Hepsi de koşar koşar fişek bağlamışlar ve iyi gi-
111
yimliydiler. Ellerindeki mavzerler de yepyeniydi, fabrikadan dün çıkmış gibi. Sabah ışığında namluları menevişliyordu.
Kuşluk oluncaya kadar ölülerle uğraştılar, saçlarına, gözlerine, boylarına boşlarına baktılar, İnce Memeddir, diye bir kişi. nin üstünde karar kılamadılar. Şu yandaki çukurda yatan, daha parmağı tetikte olan, gözleri ardına kadar açılıp öyle kalmış, sırtındaki sırmalı abası yepyeni kişi İnce Memed olabilirdi.
"Benziyor mu İnce Memede Çavuşum?"
"Bu olabilir Yüzbaşım. İnce Memedin tarifine uyuyor. Omuzları geniş, boyu kısa, avurtları çökük, bıyıkları gösterişsiz, gözleri büyük, dizleme çoraplar, Çerkeş hançeri..."
"Uyuyor bütün bunlar ona, öyle mi?"
"Tıpkı, uyuyor."
"Bu olabilir öyleyse." Yüzbaşı kahkahalarla gülüyordu. "Hala orada duruyor..."
"At sabahın gür ışığında ipileyen kayaların üstünde dimdik durmuş, salt arada bir kuyruğunu sallıyordu. O da olmasa bu at kayadan bir parçadır denebilirdi.
Köylüler de yavaş yavaş gelmişler, koyağın yarlarının üstüne sıralanmışlardı. Çıt çıkarmadan, soluk bile almadan, onlar da oralarda dikilmiş kalmışlardı.
Yüzbaşı onlara seslendi:
"İçinizde İnce Memedi tanıyanlar, görenler, bilenler var mı?"
Yüzbaşı sorusunun karşılığını bir süre bekledi, kalabalıktan çıt çıkmıyordu.
"Hiç kimse İnce Memedi görmedi mi içinizden?"
Kalabalıktan gene bir ses çıkmadı.
Bu sefer Kertiş Ali Onbaşı bağırdı:
"Yahu siz nasıl adamsınız, içinizde eşkıya İnce Memedi bir gören yok mu? Nasıl olur? Hacı Musa sen, sen görmedin mi Ir>' ce Memedi, gel buraya."
"Sen de gel ihtiyar," diye öfkeyle bağırdı Yüzbaşı. "Ne haindir bunlar. Hepsi tanır İnce Memedi bunların, ama söylemezler. Ben de onlara gösteririm."
Yaşlı kişi, Hacı Musa uzun ak sakalını savurarak yokuşta11 aşağıya indi, ölülerin yanma vardı:
112
W
"Buyur Yüzbaşım."
Boynu incecik, bir deri bir kemik kalmış, sakalları ta göbeğine kadar inmiş yaşlı adam, teker teker ölülere bakmaya başladı.
"Bunu," dedi, "bunu tanıyorum. Bu Köstebek Bekirin kel
oğlu. Buna Kel Eşkıya derler, yılını unuttum, çoktan beri dağlardadır. Öldürmüşler işte."
Yüzbaşı onu elinden tutup gözleri faltaşı gibi açılmış eşkıyanın yanına götürdü:
"Bu İnce Memed değil mi?"
Yaşlı adam eğildi kıvrılmış yatan eşkıyanın yüzüne uzun uzun baktı. Eşkıya kurşunu karnından yemiş, kurşunlar onun belden aşağısını parçalamış, bacakları bir kan göleği içinde kalmıştı.
"Bilemedim ama bu İnce Memede benziyor."
Yukardan bir delikanlı hızla indi geldi:
"Ben tanıyorum onu," dedi. "Çiçeklideresinde ona azık götürmüştüm."
"Öyleyse bu adam mı o?" Gözleri faltaşı gibi açılmış adamı gösterdi Yüzbaşı.
Delikanlı eğildi, uzun uzun karnı parçalanmış adamı inceledi:
"Bu değil," diyerek doğruldu.
"Bak bakalım şunlara, hangisi İnce Memed bunların?"
Delikanlı hemen o nöbette olan, uyurken ilk kurşunu yiyen iriyarı adamı gösterdi:
"İşte İnce Memed bu, azık götürdüğüm adam. İşte o boyu kavak kadar olan İnce Memed bu."
"İyi biliyor musun? Yoksa elimden kurtulamazsın. Kemiklerini kırarım."
"Bu Yüzbaşım. Ben Çiçeklideresinde üç gün üst üste azık götürdüğüm İnce Memedi bilmez miyim... Konuştuğum, üç gun yanında oturduğum İnce Memedi tanımaz mıyım. İşte bu adam İnce Memeddir."
Asım Çavuş:
"Allah Allah," dedi, "demek bize İnce Memedin eşkalini kendi köylüleri yanlış vermişler."
113
"Vay alçaklar/' dedi Kertiş Ali Onbaşı.
"Bu İnce Memedse, ben de o Değirmenoluk köylülerine ya. pacağımı bilirim. Zaten hepsi bir olup Hamza Beyi linç etmiş, ler, onu da İnce Memedin üstüne atmışlar. Bunun hesabını, İnCe Memedin de hesabını ben onlardan soracağım."
Yağız at daha orada, kayanın doruğunda, sabahın güneşi vurmuş, pırıltılar içinde bir heykel gibi şavkıyarak duruyordu.
"İçinizde İnce Memedi gören, tanıyan, bilen başka bir kişi var mı?"
Yukardan genç bir kadın:
"Yüzbaşı Efendi, Yüzbaşı Efendi," diye bağırdı, "bak aşağıdan Çiçeklideresinin köylüleri geliyorlar, onların hepsi İnce Memedi tanırlar."
"Çavuş, Mahmut Ağa Çiçeklideresinin Ağası değil miydi, o buraya gelirse..."
"O burada yok Yüzbaşım, ovaya indi, çiftliğinin başında."
"Hani gürleyip duruyordu, o İnce Memed de kimmiş, kimmiş, diye..."
"Gürler Yüzbaşım."
"Bekleyelim Çiçeklideresi köylülerini de İnce Memedi bir iyice teşhis edelim de, ondan sonra kasabaya haber ulaştıralım. Yanlış bir iş yapmayalım. Yoksa bütün dünyaya rezil olduğumuzun resmidir."
Hem konuşuyor, hem de başını kaldırıp orada dikilmiş kalmış ata bakıyordu.
Az sonra Çiçeklideresi köylüleri geldiler, yokuştan aşağıya öteki köylülerle birlikte döküldüler, ortalıkta derin bir sessizlik vardı.
Çok yaşlı, tel tel ak sakalları uzun, beli iki büklüm biri ortaya çıktı, eğilerek, uzun uzun inceleyerek, bütün eşkıyalara baktı, "cık" etti, "Bunların arasında İnce Memed yok," dedi. Ellerini göğe açtı, "Çok şükür koca Allahıma," diyerek dua ettikten sonra kalabalığa karıştı.
"Gel bakalım ihtiyar," diye Yüzbaşı komut verir gibi bağırdı. "Şunu al getir Ali Onbaşı."
Ali Onbaşı yaşlı adamı kalabalığın arasından buldu çıkardı, Yüzbaşının önüne getirdi.
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
114
"Ne dedin, ne dedin?" diye bağırdı Yüzbaşı. "Bunların aranda İnce Memed yok mu, dedin? Bir de dua ettin öyle mi?"
"İnce Memed yok," diye yaşlı adam kendisinden beklenmeyen bir sesle gürledi. "Ben İnce Memed oğlumu severim."
"Sever misin o kafiri, o kanlı katili?" diye var gücüyle bağırdı gene Yüzbaşı. Yumruklarını sıkmış ayağını yere vuruyordu-
"Ne bağırıyorsun?" diye başını kaldırıp Yüzbaşıya baktı
yaşh. "Niye öyle yırtmıyorsun yavrum, sen daha belekteyken ben Çanakkalede, Sarıkamışta, Yunanda düşman kurşunlarını yiyordum. Sen öyle bağırmasana. Bana kim derler biliyor musun, bana Sarı Çavuş derler, hiç adımı duydun mu?"
"Seni şimdi Ali Onbaşıya bir teslim edersem..."
"Et bakalım et! O dinsiz imansız Kertişe, ben de Mustafa Kemal Paşaya bir telgraf çekeyim de, bakalım o size ne yapar... Kertişi de, seni de bir güzelce... Çanakkalede ben onun neyi olurdum bir sorsana Yüzbaşı Faruk Efendi..." Uzun sakalını tuttu kaldırdı. "Çok şükür, çok şükür ki Allaha bunların içinde İnce Memed yok. Sen mi kaldın, bu Kertiş mi kaldı İnce Memedi öldürecek..." Asım Çavuşa döndü, sevgiyle baktı: "Buna sözüm yok," dedi. "Bu Asım Çavuş değil mi? Buna sözüm yok. Bu Asım var ya, yiğit adam, has adam, taşağı dört okka adam. Haydi teslim etsene beni Kertişine, o soysuz celladına, Mustafa Kemal de bunu bir duysun da..."
Yüzbaşı:
"Bu adam bunamış," dedi gülerek. "Bunak ihtiyar! Alın götürün şunu."
"Bak bak Yüzbaşı," diye bağırdı Sarı Çavuş. "Bak İnce Me orada." Kayalıktaki atı gösterdi. "Yiğit isen onu yakalasa-
na.
Yöredeki köylüler:
"Onun kusuruna kalma Yüzbaşım," dediler. "O çok buna-di. Ne gözü görüyor, ne de kulağı duyuyor."
"Eskiden böyle miydi bu Sarı Çavuş?"
"Bir zabit görse ta uzaktan hemen sıçrayıp ayağa kalkar esasa geçerdi."
"O hiç böyle konuşur muydu kumandanın karşısında..."
115
"O bunadı."
"O, eskiden olsa hiç böyle konuşur muydu..."
"İnce Memed ölmedi diye dualar okur muydu..."
"O, İnce Memedi yakalar, elini kolunu bağlar, Yüzbaşısı^ teslim ederdi."
"O böyle beli bükülmüş bir adam mıydı ki, o bir diz çökerdi, mavzerini şöyle doğrulturdu göğe, bir kartal havadan ten-ger menger yere düşerdi."
"Kusuruna kalma Sarı Çavuşun Yüzbaşım..."
"O İnce Memedi hiç görmedi. Görse bile tanımaz ki..."
Sarı Çavuşun kalabalığın arasından daha sesi geliyor, ama söyledikleri anlaşılmıyordu.
"Susturun şu bunağı," diye bağırdı Yüzbaşı.
Sarı Çavuşun sesi bir daha duyuldu, kolunu ötedeki ata doğru uzattı:
"İşte İnce Memed orada düdüğüm, yiğit isen onu vursana. Bak, aslanlar gibi, gün parçası gibi orada yıldırdayıp duruyor, vurabilirsen vursana onu."
Bundan sonra da susturuldu.
Bozulmuş, ikirciklenmiş Yüzbaşı gülümsemeye çalışarak boynunu kıvırıp duruyordu.
"Şimdi söyleyin bakalım bana, İnce Memed hangisi?"
Köylüler arasında bir tartışma çıktı, biribirlerine düştüler. Uzun bir süre aralarında tartıştılar. Sonunda ortaya mavi dola-malı, kapı gibi, iri bir yaşlı kadın atıldı.
"Ne biribirinize düştünüz bre ulan köylüler..." Eşkıyaların başında teker teker duruyor: "Bre ulan köylüler şu adam İnce Memed olabilir mi, bakınsana şuna, boynu armut çöpü gibi ince, bir gözü de yılık, kıvrılmış yatar, bacaklarını da karnına çekmiş."
"Olamaz," dediler köylüler.
Öteki eşkıyanın başucuna vardı. Bu uzun yüzlü, san sakallı birisiydi. Kurşun kafatasını almış götürmüş, beyni görünüyordu.
"Ya bu, ya bu sarı çıyan, böyle bir İnce Memed gördünüz mü siz hiç?"
"Görmedik," dedi on beş, yirmi köylü hep birden. "Böyle bir İnce Memed olamaz."
116
"Suna bakın çocuklar, eli de tetikte daha... Korkusundan k kurşun sıkamamıştır. Bakın bir ayağı da topal..."
Bu geniş omuzlu, kısa boyunlu eğri bacağının birisi kısa, ker pantolonu giymiş, azıcık kambur birisiydi. Bir çukurday-, j_jer bir yanı da kan içinde kalmıştı.
"Ulan köylüler, Allah billah aşkına söyleyin şu topal gibi bir İnce Memedi siz hiç gördünüz mü?" Burun kıvırdı. "Ya bu kel Kel Eşkıyayı bu yörelerde bilmeyen var mı?"
"Yok," dediler hep bir ağızdan kadın, erkek, çoluk çocuk bütün köylüler.
"Köylere gelir, çok güzel türküler söyler, Köroğlu hikayeleri anlatır, Vezir Kizir oyunu oynar, bütün köylüleri gülmekten kırar geçirirdi. Bir elinde sazı, bir elinde tüfeği... Biz ona eşkıya eözüyle bakmazdık ki... Vay Kel Eşkıya kardaş vay..."
"Uzun etme," dedi Yüzbaşı sabırsızlıkla.
"Dur Yüzbaşı," diye dikeldi kadın. "Dur bacım, dur Yüzbaşım. Dur ki sana şu Kel fıkaraya yazık ettiğini söyleyeyim. Biz yayla zamanı gelince dört gözle Kel Eşkıyanın gelmesini beklerdik. O geldi miydi, bütün köyler obalar şenlenirdi."
"Geç otur."
"Dur Yüzbaşı Ağam, dur, sarı yavrum dur! Bu Kel Eşkıyanın hiç kimse karıncayı bile incittiğini duymadı, görmedi. O bir ahır zaman ermişiydi. Öyle değil mi köylüler, elinizi yüreğinizin üstüne koyun da söyleyin, o bir ermiş değil miydi, söyleyin?"
"Ermişti, ermişti," diye kalabalıktan sesler yükseldi. Bu sırada Asım Çavuş kadının yanına geldi, sevecen bir sesle:
"Emiş Hatun," dedi, "dur senin ermişinin hünerini ben sana göstereyim."
"Göster bakalım Asım Çavuş Ağam," diye dikeldi Emiş Hatun.
Asım Çavuş eğildi Kel Eşkıyanın önündeki kapçık yığınını gösterdi:
"işte bu kadar kurşunu o sıktı bize, candarmaya. Bak, hiçbir eşkıyanın önünde bu kadar çok kapçık yok."
Emiş Hatun ona pek aldırmadı, gene köylülere döndü:
"Ne dedin, ne dedin?" diye bağırdı Yüzbaşı. "Bunların aranda İnce Memed yok mu, dedin? Bir de dua ettin öyle mi?"
"İnce Memed yok," diye yaşlı adam kendisinden beklenmeyen bir sesle gürledi. "Ben İnce Memed oğlumu severim."
"Sever misin o kafiri, o kanlı katili?" diye var gücüyle bağırdı gene Yüzbaşı. Yumruklarını sıkmış ayağını yere vuruyordu-
"Ne bağırıyorsun?" diye başını kaldırıp Yüzbaşıya baktı
yaşh. "Niye öyle yırtmıyorsun yavrum, sen daha belekteyken ben Çanakkalede, Sarıkamışta, Yunanda düşman kurşunlarını yiyordum. Sen öyle bağırmasana. Bana kim derler biliyor musun, bana Sarı Çavuş derler, hiç adımı duydun mu?"
"Seni şimdi Ali Onbaşıya bir teslim edersem..."
"Et bakalım et! O dinsiz imansız Kertişe, ben de Mustafa Kemal Paşaya bir telgraf çekeyim de, bakalım o size ne yapar... Kertişi de, seni de bir güzelce... Çanakkalede ben onun neyi olurdum bir sorsana Yüzbaşı Faruk Efendi..." Uzun sakalını tuttu kaldırdı. "Çok şükür, çok şükür ki Allaha bunların içinde İnce Memed yok. Sen mi kaldın, bu Kertiş mi kaldı İnce Memedi öldürecek..." Asım Çavuşa döndü, sevgiyle baktı: "Buna sözüm yok," dedi. "Bu Asım Çavuş değil mi? Buna sözüm yok. Bu Asım var ya, yiğit adam, has adam, taşağı dört okka adam. Haydi teslim etsene beni Kertişine, o soysuz celladına, Mustafa Kemal de bunu bir duysun da..."
Yüzbaşı:
"Bu adam bunamış," dedi gülerek. "Bunak ihtiyar! Alın götürün şunu."
"Bak bak Yüzbaşı," diye bağırdı Sarı Çavuş. "Bak İnce Me orada." Kayalıktaki atı gösterdi. "Yiğit isen onu yakalasa-
na.
Yöredeki köylüler:
"Onun kusuruna kalma Yüzbaşım," dediler. "O çok buna-di. Ne gözü görüyor, ne de kulağı duyuyor."
"Eskiden böyle miydi bu Sarı Çavuş?"
"Bir zabit görse ta uzaktan hemen sıçrayıp ayağa kalkar esasa geçerdi."
"O hiç böyle konuşur muydu kumandanın karşısında..."
115
"O bunadı."
"O, eskiden olsa hiç böyle konuşur muydu..."
"İnce Memed ölmedi diye dualar okur muydu..."
"O, İnce Memedi yakalar, elini kolunu bağlar, Yüzbaşısı^ teslim ederdi."
"O böyle beli bükülmüş bir adam mıydı ki, o bir diz çökerdi, mavzerini şöyle doğrulturdu göğe, bir kartal havadan ten-ger menger yere düşerdi."
"Kusuruna kalma Sarı Çavuşun Yüzbaşım..."
"O İnce Memedi hiç görmedi. Görse bile tanımaz ki..."
Sarı Çavuşun kalabalığın arasından daha sesi geliyor, ama söyledikleri anlaşılmıyordu.
"Susturun şu bunağı," diye bağırdı Yüzbaşı.
Sarı Çavuşun sesi bir daha duyuldu, kolunu ötedeki ata doğru uzattı:
"İşte İnce Memed orada düdüğüm, yiğit isen onu vursana. Bak, aslanlar gibi, gün parçası gibi orada yıldırdayıp duruyor, vurabilirsen vursana onu."
Bundan sonra da susturuldu.
Bozulmuş, ikirciklenmiş Yüzbaşı gülümsemeye çalışarak boynunu kıvırıp duruyordu.
"Şimdi söyleyin bakalım bana, İnce Memed hangisi?"
Köylüler arasında bir tartışma çıktı, biribirlerine düştüler. Uzun bir süre aralarında tartıştılar. Sonunda ortaya mavi dola-malı, kapı gibi, iri bir yaşlı kadın atıldı.
"Ne biribirinize düştünüz bre ulan köylüler..." Eşkıyaların başında teker teker duruyor: "Bre ulan köylüler şu adam İnce Memed olabilir mi, bakınsana şuna, boynu armut çöpü gibi ince, bir gözü de yılık, kıvrılmış yatar, bacaklarını da karnına çekmiş."
"Olamaz," dediler köylüler.
Öteki eşkıyanın başucuna vardı. Bu uzun yüzlü, san sakallı birisiydi. Kurşun kafatasını almış götürmüş, beyni görünüyordu.
"Ya bu, ya bu sarı çıyan, böyle bir İnce Memed gördünüz mü siz hiç?"
"Görmedik," dedi on beş, yirmi köylü hep birden. "Böyle bir İnce Memed olamaz."
116
"Suna bakın çocuklar, eli de tetikte daha... Korkusundan k kurşun sıkamamıştır. Bakın bir ayağı da topal..."
Bu geniş omuzlu, kısa boyunlu eğri bacağının birisi kısa, ker pantolonu giymiş, azıcık kambur birisiydi. Bir çukurday-, j_jer bir yanı da kan içinde kalmıştı.
"Ulan köylüler, Allah billah aşkına söyleyin şu topal gibi bir İnce Memedi siz hiç gördünüz mü?" Burun kıvırdı. "Ya bu kel Kel Eşkıyayı bu yörelerde bilmeyen var mı?"
"Yok," dediler hep bir ağızdan kadın, erkek, çoluk çocuk bütün köylüler.
"Köylere gelir, çok güzel türküler söyler, Köroğlu hikayeleri anlatır, Vezir Kizir oyunu oynar, bütün köylüleri gülmekten kırar geçirirdi. Bir elinde sazı, bir elinde tüfeği... Biz ona eşkıya eözüyle bakmazdık ki... Vay Kel Eşkıya kardaş vay..."
"Uzun etme," dedi Yüzbaşı sabırsızlıkla.
"Dur Yüzbaşı," diye dikeldi kadın. "Dur bacım, dur Yüzbaşım. Dur ki sana şu Kel fıkaraya yazık ettiğini söyleyeyim. Biz yayla zamanı gelince dört gözle Kel Eşkıyanın gelmesini beklerdik. O geldi miydi, bütün köyler obalar şenlenirdi."
"Geç otur."
"Dur Yüzbaşı Ağam, dur, sarı yavrum dur! Bu Kel Eşkıyanın hiç kimse karıncayı bile incittiğini duymadı, görmedi. O bir ahır zaman ermişiydi. Öyle değil mi köylüler, elinizi yüreğinizin üstüne koyun da söyleyin, o bir ermiş değil miydi, söyleyin?"
"Ermişti, ermişti," diye kalabalıktan sesler yükseldi. Bu sırada Asım Çavuş kadının yanına geldi, sevecen bir sesle:
"Emiş Hatun," dedi, "dur senin ermişinin hünerini ben sana göstereyim."
"Göster bakalım Asım Çavuş Ağam," diye dikeldi Emiş Hatun.
Asım Çavuş eğildi Kel Eşkıyanın önündeki kapçık yığınını gösterdi:
"işte bu kadar kurşunu o sıktı bize, candarmaya. Bak, hiçbir eşkıyanın önünde bu kadar çok kapçık yok."
Emiş Hatun ona pek aldırmadı, gene köylülere döndü:
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
117
"Bu ermiş yapılı, eli sazlı, güzel türkü söyleyen, tatlı adam hiç İnce Memed olabilir mi?"
"Olamaz," dediler.
"Ya bu çocuk? Daha bıyıkları yeni terlemiş. Bir tek kurşun bile sıkamamış. Önünde hiç kapçık yok..."
"Hangisi İnce Memed, burada İnce Memed var mı yok mu, biz sana onu soruyoruz Emiş Hatun."
"Burada İnce Memed var," diye derin derin içini çekti Emiş Hatun. "Bizim ocağımız battı da söndü Çavuşum, burada, bu ölüler arasında İnce Memed var Çavuşum. Bu dünyaya bir daha böyle bir İnce Memed gelir mi ki..." Gitti, o iriyarı, sağ yanına yatıp kıvrılmış, kütüğün üstündeki ilk kurşunu yiyince bö-ğürerek havaya fırlamış, sonra da yöreyi çırmalayarak, ancak altı kurşun yedikten sonra zorla can vermiş eşkıyanın yanına diz çöktü: "Vay İnce Memedim vay," diye ığralanmaya, ağıt yakmaya başladı usul usul. Öteki köylü kadınlar da geldiler, ölünün yöresine halkalandılar, usuldan ağlamaya, ağıt söylemeye başladılar.
"Muhtar kim?" diye kalabalığa bağırdı öfkelenmiş, tir tir titreyen Yüzbaşı.
"Benim Yüzbaşım."
Yüzbaşı kadınları gösterdi:
"Bu ne, ne oluyor bu köyde, bir eşkıyaya, bir katile böyle
ağlamak?"
"Bizde kim olursa olsun, gelenek görenektir, ağlarlar, ağıt
yakarlar."
"Yerin dibine batsın böyle bir gelenek görenek! Gel yakına."
Muhtar Yüzbaşının karşısına gelip hazır ola geçti: "Emret komutanım."
Bu sırada Yüzbaşının gözüne kayalıktaki at ilişti: "Senden üç gün içinde bu atın kellesini isterim." "Emret Yüzbaşım, baş üstüne Yüzbaşım... Üç gün içinde." "Şimdi beni dinle Muhtar, dokuz tane beygir bulacaksın, bulabilir misin?"
"Bizim köyde yalnız üç beygir var Yüzbaşım. Ama yakın
köylerde çok at var, isteriz."
118
"Hemen buluruz beygirleri Yüzbaşım..." dedi Kertiş Ali.
"Birkaç saat içinde isterim. Beygirler çıplak gelecek."
"Anladım Yüzbaşım, baş üstüne Yüzbaşım."
"Bir de İnce Memedin öldürüldüğünü en erken kasabaya nasıl ulaştırırız, Asım Çavuş, sen söyle."
Asım Çavuş hüzünle, dokunsalar boşanacak yüzüyle Yüzbaşının karşısında çoktandır dikilmiş duruyordu, taş gibi.
"Buralarda çok hızlı giden at bulunur mu?"
"Öyle at bulunmaz Yüzbaşım. Bulunsa da sarp kayalıkları aşamaz atlar."
"Ya ne yapacağız?"
"Mutlu haberimizi en erken ancak ayağına çabuk bir kişi ulaştırabilir kasabaya."
"Böyle bir kişiyi tanıyor musun?"
"Biliyorum."
"Kim o?"
"Tazı Tahsin."
"Burada mı?"
"Kalabalığın arasında gördüm."
Yüzbaşı elini çenesine verip bir süre durduktan sonra mağaranın ağzındaki çınarların altına yürüdü. Asım Çavuş da arkasından gitti. Ulu çınarın gövdesinin altına döndüler. Yüzbaşı yavaşça sordu:
"Bu eşkıya İnce Memed mi gerçekten, onun bizdeki eşkaline hiç benzemiyor. O küçücük bir adam, buysa dev gibi."
"Anlamadım," dedi Asım Çavuş. "Bunca yaş yaşadım, feleğin çemberinden geçtim, otuz yıldır bu dağları dolaşırım, ben bu işi anlamadım. Bu adam İnce Memed değil bence, ama ağıt yakıyorlar."
Yüzbaşı o yöne doğru baktı, ölünün başındaki kadınlar çoğalmışlar, belki birkaç köyün kadını bir araya gelmişler hün-gürdeşiyor, ağıtlar söylüyorlardı. İnce Memedin yiğitliğini, inceliğini, yakışıklılığını, sevdasını, Hatçesini, Abdi Ağayı öldürüşünü, köylüleri kurtarışını, gökteki meleklerin onu alıp götüreceklerini, cennetin kapısının daha o uzaktan gözükünce açılacağını, onun yeşil donlu Kırk Ermişlere daha şimdiden katıldığını söylüyorlardı.
"Bu ermiş yapılı, eli sazlı, güzel türkü söyleyen, tatlı adam hiç İnce Memed olabilir mi?"
"Olamaz," dediler.
"Ya bu çocuk? Daha bıyıkları yeni terlemiş. Bir tek kurşun bile sıkamamış. Önünde hiç kapçık yok..."
"Hangisi İnce Memed, burada İnce Memed var mı yok mu, biz sana onu soruyoruz Emiş Hatun."
"Burada İnce Memed var," diye derin derin içini çekti Emiş Hatun. "Bizim ocağımız battı da söndü Çavuşum, burada, bu ölüler arasında İnce Memed var Çavuşum. Bu dünyaya bir daha böyle bir İnce Memed gelir mi ki..." Gitti, o iriyarı, sağ yanına yatıp kıvrılmış, kütüğün üstündeki ilk kurşunu yiyince bö-ğürerek havaya fırlamış, sonra da yöreyi çırmalayarak, ancak altı kurşun yedikten sonra zorla can vermiş eşkıyanın yanına diz çöktü: "Vay İnce Memedim vay," diye ığralanmaya, ağıt yakmaya başladı usul usul. Öteki köylü kadınlar da geldiler, ölünün yöresine halkalandılar, usuldan ağlamaya, ağıt söylemeye başladılar.
"Muhtar kim?" diye kalabalığa bağırdı öfkelenmiş, tir tir titreyen Yüzbaşı.
"Benim Yüzbaşım."
Yüzbaşı kadınları gösterdi:
"Bu ne, ne oluyor bu köyde, bir eşkıyaya, bir katile böyle
ağlamak?"
"Bizde kim olursa olsun, gelenek görenektir, ağlarlar, ağıt
yakarlar."
"Yerin dibine batsın böyle bir gelenek görenek! Gel yakına."
Muhtar Yüzbaşının karşısına gelip hazır ola geçti: "Emret komutanım."
Bu sırada Yüzbaşının gözüne kayalıktaki at ilişti: "Senden üç gün içinde bu atın kellesini isterim." "Emret Yüzbaşım, baş üstüne Yüzbaşım... Üç gün içinde." "Şimdi beni dinle Muhtar, dokuz tane beygir bulacaksın, bulabilir misin?"
"Bizim köyde yalnız üç beygir var Yüzbaşım. Ama yakın
köylerde çok at var, isteriz."
118
"Hemen buluruz beygirleri Yüzbaşım..." dedi Kertiş Ali.
"Birkaç saat içinde isterim. Beygirler çıplak gelecek."
"Anladım Yüzbaşım, baş üstüne Yüzbaşım."
"Bir de İnce Memedin öldürüldüğünü en erken kasabaya nasıl ulaştırırız, Asım Çavuş, sen söyle."
Asım Çavuş hüzünle, dokunsalar boşanacak yüzüyle Yüzbaşının karşısında çoktandır dikilmiş duruyordu, taş gibi.
"Buralarda çok hızlı giden at bulunur mu?"
"Öyle at bulunmaz Yüzbaşım. Bulunsa da sarp kayalıkları aşamaz atlar."
"Ya ne yapacağız?"
"Mutlu haberimizi en erken ancak ayağına çabuk bir kişi ulaştırabilir kasabaya."
"Böyle bir kişiyi tanıyor musun?"
"Biliyorum."
"Kim o?"
"Tazı Tahsin."
"Burada mı?"
"Kalabalığın arasında gördüm."
Yüzbaşı elini çenesine verip bir süre durduktan sonra mağaranın ağzındaki çınarların altına yürüdü. Asım Çavuş da arkasından gitti. Ulu çınarın gövdesinin altına döndüler. Yüzbaşı yavaşça sordu:
"Bu eşkıya İnce Memed mi gerçekten, onun bizdeki eşkaline hiç benzemiyor. O küçücük bir adam, buysa dev gibi."
"Anlamadım," dedi Asım Çavuş. "Bunca yaş yaşadım, feleğin çemberinden geçtim, otuz yıldır bu dağları dolaşırım, ben bu işi anlamadım. Bu adam İnce Memed değil bence, ama ağıt yakıyorlar."
Yüzbaşı o yöne doğru baktı, ölünün başındaki kadınlar çoğalmışlar, belki birkaç köyün kadını bir araya gelmişler hün-gürdeşiyor, ağıtlar söylüyorlardı. İnce Memedin yiğitliğini, inceliğini, yakışıklılığını, sevdasını, Hatçesini, Abdi Ağayı öldürüşünü, köylüleri kurtarışını, gökteki meleklerin onu alıp götüreceklerini, cennetin kapısının daha o uzaktan gözükünce açılacağını, onun yeşil donlu Kırk Ermişlere daha şimdiden katıldığını söylüyorlardı.
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
119
"Başkasına, başka eşkıya ölüsüne ağıt yakmazlar mı?"
"Bakın, görüyorsunuz Yüzbaşım, sekiz tane daha eşkıya yatıyor orada, hiçbirisine bakıyorlar mı, ermiş dedikleri Kel Eşkıyanın ölüsü bile köpek ölüsü gibi olduğu yerde kaldı. Bakın bakın, üstünde dolaşıyorlar öteki ölülerin..."
"Çiçeklideresinde kaldı, değil mi, İnce Memed?"
"Ben onu orada kuşattım da kıl payı elimden kaçırmadım mı Yüzbaşım? Hani saz çalan bir aşık vardı, o Sefil Aşık dedikleri Çiçeklideresinden olurdu. O da sonunda kaybolmuştu ya, hatırladın mı?"
"Hatırladım," dedi Yüzbaşı gülerek, gözleri sevinçten parlayarak. "Evet, anlaşıldı, bizdeki eşkal ne olursa olsun, bu ince Memeddir." Çizmelerini kırbaçladı. "Şimdi bana Tazı Tahsini çağır."
Kalabalığa doğru yürüdüler. Yüzbaşının sonsuz sevinirken birden öfkelendiğini gören Asım Çavuş, bunu bir şeye yoramıyor, bekliyordu. O, Yüzbaşısını çok iyi tanırdı, böyle çizmelerinin üstünde her adımda yaylanarak yürürse, demek ki o çok öfkelenmiştir. İşte o zaman seyreyle gümbürtüyü.
Yüzbaşı kalabalığın ucunda zınk diye durdu. Kadınlar gittikçe çoğalarak, İnce Memedin yöresinde ağıtlarını sürdürüyorlardı. Olayı duyan öteki köylüler de yollara bellere dökülmüşler, genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk daha bir uçtan geliyorlardı. Kayalıklarda öyle durmuş kalmış yağız at da Yüzbaşının sinirini bir iyice bozuyordu.
"Asker, hazır ol!"
Komut sesi kayalıklarda yankılandı. Kadınların ağıtları sürüyor, kayalıklardaki at da dingin dingin kuyruğunu sallıyordu.
"Kadınlara hücum! Onları dağıtın."
Candarmalar kadın kalabalığına saldırdılar ya, kadınlar karşı koydular, candarmalar önce bir insan duvarına çarpıp sonra kadınların arasında yittiler. Bağrıltılar çağrıltılar kayalıklarda yankılandı. "Sizin ananız yok mu, sizin bacınız, sizin avradınız, nişanlınız yok mu, kafirler!" sözleri de gürültü arasından duyuluyordu.
Yüzbaşı baktı ki kadın kalabalığı bölüğünü yu tu verdi.
120
"Süngü tak!"
Muhtar:
"Aman Yüzbaşım," diye onun yanma koştu. "Bir vukuat çıkmasın, candarmayı geri çek. Biz erkekler dağıtırız onları."
Yüzbaşı komut verdi, candarmalar gelip önünde hizaya girdiler. Onlar da öfke içindeydiler.
Muhtar koşarak erkeklere gitti, onları toplayıp konuştu. Bu sefer oradaki erkek kalabalığı saldırdı kadınlara, kimi karısını, kimi kardeşini, anasını yakalayıp sürükleyerek İnce Memedin ölüsünün başından uzaklara götürüyor, onların ellerinden kurtulan kadınlar da gene gelip İnce Memedin başına diz çöküp oturuyorlardı. Diz çökmüş kadınlara erkekler gene saldırıyorlardı.
Yüzbaşı:
"Bu ne haldir Çavuşum?" diye Asım Çavuşa şaşkınlığını söyledi.
"Bu böyledir, Yüzbaşım."
"Asi insanlar. Bunlara çok kötek gerek."
"Çok kötek yediler ama Yüzbaşım, yüzyıllardan bu yana, uslanmıyorlar."
"Uslanmayacaklar da... O tazı mı nedir, o nerede?"
"Tazı Tahsin... Burada Yüzbaşım."
Tazı Tahsin hazır ola geçmiş çoktan beridir orada duruyordu.
"Sen misin o?"
"Benim Yüzbaşım."
"Çok, çok, çok çabuk kasabaya gidecek, benim sana vereceğim pusulayı Kaymakam Beye ulaştıracaksın. Ne kadar çabuk gider de İnce Memedin ölümünü o kadar çabuk kasabaya ulaş-tırırsan, kasaba Ağalan seni paraya boğar, seni zengin ederler. Ne kadar zamanda ulaşırsın kasabaya?"
"Bilemem ama, en çabuk..."
Muhtar:
"O bir attan daha hızlı koşar," dedi.
Yüzbaşı bir taşın üstüne çöktü, cebinden bir kalem, defter Çıkarıp çabucak pusulayı yazdı Tazı Tahsine verdi.
"Göreyim seni Tahsin, bu akşama kadar..."
121
"Baş üstüne Yüzbaşım."
"Tazı Tahsin yel gibi koşarak kalabalığın içinden sıyrılıp! çıktı, bir anda da gözden iradı yitti gitti. 1
Erkekler daha kadınlarla cebelleşiyor, ağlaşmalar, kargışlar ortalığı almış sürüp gidiyordu ya kadınların inatları da yavaş yavaş kırılıyordu. Bir anda her şey duruluverdi. Ortalıkta ne ses, ne şada kaldı. Çıt bile çıkmıyordu. Kadınlarsa başlarını önlerine eğmişler, karşı, pembe pembe ışığı savrulan yamaca akıp gidiyorlardı. Ak bir başörtüsü denizi aydınlığın içinde dalgalanıyordu.
"Ne oldu Muhtar?" diye sordu Yüzbaşı. "Ne oldu bu kadınlara da böyle süklüm püklüm yamaca çıkıp gidiyorlar?"
Muhtar, İnce Memedin soyulmuş ölüsünü gösterdi. Kadınlar ölünün donundan gömleğinden, bir de tüfeğinden başka her şeyi almışlardı.
"Bu ne demek?"
"Efendim, bir ölü önlerinde olmazsa, kadınlar ölünün giyitleri üstüne de, tıpkı ölü önlerindeymiş gibi ağıt yakarlar, şimdi öteki koyağa ağıt yakmaya gidiyorlar."
"Bela," dedi Yüzbaşı.
"Bela," dedi Asım Çavuş.
"Bela," dediler Kertiş Ali Onbaşıyla Muhtar.
Tazı Tahsin koşuyordu. Sevinç içindeydi. Kasabaya bir haber ulaştıracaktı, isterse İnce Memedin kara haberi olsun. Bunun karşılığında da kim bilir ona ne armağanlar vereceklerdi. Belki Çukurovada bir çiftlikte ona bir iş de bulurlardı. Böylesine at gibi koşmasını göz önüne alarak, belki de çok başka, güzel bir iş verirlerdi. Belki de asker olduğunda onu candarma yazarlar, o da Kertiş Ali Onbaşı gibi bir uzatmalı olur, belki de Çavuş olup şu dağlarda padişahlığını ilan ederdi. Önünde birkaç dağ vardı, eğer yüksek dağları aşmak olmasa Tazı Tahsin alimallah gece yarısına doğru kasabaya varırdı.
Tazı Tahsin yemek yemeden, su içmeden, bir an için olsun dinlenmeden, bütün gün, bütün gece koştu. Kasabaya girdiğinde ayaklarını zorla sürüklüyordu ya, kıvanç içindeydi. Onun bu kadar tez bir sürede haberi kasabaya, böylesine çaba harcayarak, ta Bakırgediği mağarasından buraya kadar bir gün, bir
122
ecede geldiğine kimse inanmayacaktı. Bereket Kaymakamlığı imliyordu, onun için hiç aranmadan doğru oraya varabilecekti. Kaymakamlığın merdivenlerini çıkarken gün kuşluk oluyordu, rtık soluk alıp verecek hali bile kalmamıştı. Merdivenin basma geldiğinde tükenmişti. Yüzbaşının verdiği kağıdı elinde tutuyordu. Kapıdaki odacıya bir şeyler söyledi ama, anlaşılmadı. Elini adama uzattı, uzatmasıyla da boylu boyunca oraya, tahtaların üstüne düşmesi bir oldu. Kendinden geçmişti. Gürültüyü duyan Kaymakam odacıyı çağırdı:
"Ne oluyor?"
"Bir adam kapının önüne geldi düşüverdi. Suya batmış çıkmış gibi... Her bir yanından ter fışkırıyor. Elinde de bir kağıt var. Sımsıkı tutmuş, bırakmıyor."
Kaymakam, biraz şişmanca, inek gözlü, gerdanlı, dazlak kafalı, gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönen, feleğin çemberinden geçmiş birisiydi. Cumhuriyetten önce de kaymakamdı. Tam otuz üç ilçede kaymakamlık yapmıştı şimdiye kadar. Merakla dışarıya fırladı. Tazı Tahsin kapının önüne boylu boyunca serilmiş yatıyor, göğsü körük gibi inip inip kalkıyor, oluk oluk da terliyordu.
"Ölüyor mu?"
"Ölmüyor," dedi odacı. "Çok koşmuş, uzak yerlerden uzun koşarak gelmiş."
"Elindeki kağıdı al bakalım, neymiş."
Odacı Tazı Tahsinin yumulmuş elini açıp kağıdı almaya çalıştı, bir türlü eli açamadı.
"Açılmıyor."
"Allah Allah, nasıl olur da açılamaz, gayret et!"
Odacı diz çöküp Tazı Tahsinin elini iki elinin arasına aldı, çabaladı çabaladı, gene açamadı.
"Olacak gibi değil!"
Kaymakam kendisi eğildi, o da denedi. El kenetlenmiş bir türlü açılmıyordu.
"Allah Allah, çok merak ettim, nedir acaba?"
"Bu kadar, böyle ölürcesine koştuğuna göre çok mühim bir İŞ olsa gerek. Açılmıyor..."
"Açılmıyor," dedi Kaymakam. "Derhal doktoru çağır. An-
"Başkasına, başka eşkıya ölüsüne ağıt yakmazlar mı?"
"Bakın, görüyorsunuz Yüzbaşım, sekiz tane daha eşkıya yatıyor orada, hiçbirisine bakıyorlar mı, ermiş dedikleri Kel Eşkıyanın ölüsü bile köpek ölüsü gibi olduğu yerde kaldı. Bakın bakın, üstünde dolaşıyorlar öteki ölülerin..."
"Çiçeklideresinde kaldı, değil mi, İnce Memed?"
"Ben onu orada kuşattım da kıl payı elimden kaçırmadım mı Yüzbaşım? Hani saz çalan bir aşık vardı, o Sefil Aşık dedikleri Çiçeklideresinden olurdu. O da sonunda kaybolmuştu ya, hatırladın mı?"
"Hatırladım," dedi Yüzbaşı gülerek, gözleri sevinçten parlayarak. "Evet, anlaşıldı, bizdeki eşkal ne olursa olsun, bu ince Memeddir." Çizmelerini kırbaçladı. "Şimdi bana Tazı Tahsini çağır."
Kalabalığa doğru yürüdüler. Yüzbaşının sonsuz sevinirken birden öfkelendiğini gören Asım Çavuş, bunu bir şeye yoramıyor, bekliyordu. O, Yüzbaşısını çok iyi tanırdı, böyle çizmelerinin üstünde her adımda yaylanarak yürürse, demek ki o çok öfkelenmiştir. İşte o zaman seyreyle gümbürtüyü.
Yüzbaşı kalabalığın ucunda zınk diye durdu. Kadınlar gittikçe çoğalarak, İnce Memedin yöresinde ağıtlarını sürdürüyorlardı. Olayı duyan öteki köylüler de yollara bellere dökülmüşler, genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk daha bir uçtan geliyorlardı. Kayalıklarda öyle durmuş kalmış yağız at da Yüzbaşının sinirini bir iyice bozuyordu.
"Asker, hazır ol!"
Komut sesi kayalıklarda yankılandı. Kadınların ağıtları sürüyor, kayalıklardaki at da dingin dingin kuyruğunu sallıyordu.
"Kadınlara hücum! Onları dağıtın."
Candarmalar kadın kalabalığına saldırdılar ya, kadınlar karşı koydular, candarmalar önce bir insan duvarına çarpıp sonra kadınların arasında yittiler. Bağrıltılar çağrıltılar kayalıklarda yankılandı. "Sizin ananız yok mu, sizin bacınız, sizin avradınız, nişanlınız yok mu, kafirler!" sözleri de gürültü arasından duyuluyordu.
Yüzbaşı baktı ki kadın kalabalığı bölüğünü yu tu verdi.
120
"Süngü tak!"
Muhtar:
"Aman Yüzbaşım," diye onun yanma koştu. "Bir vukuat çıkmasın, candarmayı geri çek. Biz erkekler dağıtırız onları."
Yüzbaşı komut verdi, candarmalar gelip önünde hizaya girdiler. Onlar da öfke içindeydiler.
Muhtar koşarak erkeklere gitti, onları toplayıp konuştu. Bu sefer oradaki erkek kalabalığı saldırdı kadınlara, kimi karısını, kimi kardeşini, anasını yakalayıp sürükleyerek İnce Memedin ölüsünün başından uzaklara götürüyor, onların ellerinden kurtulan kadınlar da gene gelip İnce Memedin başına diz çöküp oturuyorlardı. Diz çökmüş kadınlara erkekler gene saldırıyorlardı.
Yüzbaşı:
"Bu ne haldir Çavuşum?" diye Asım Çavuşa şaşkınlığını söyledi.
"Bu böyledir, Yüzbaşım."
"Asi insanlar. Bunlara çok kötek gerek."
"Çok kötek yediler ama Yüzbaşım, yüzyıllardan bu yana, uslanmıyorlar."
"Uslanmayacaklar da... O tazı mı nedir, o nerede?"
"Tazı Tahsin... Burada Yüzbaşım."
Tazı Tahsin hazır ola geçmiş çoktan beridir orada duruyordu.
"Sen misin o?"
"Benim Yüzbaşım."
"Çok, çok, çok çabuk kasabaya gidecek, benim sana vereceğim pusulayı Kaymakam Beye ulaştıracaksın. Ne kadar çabuk gider de İnce Memedin ölümünü o kadar çabuk kasabaya ulaş-tırırsan, kasaba Ağalan seni paraya boğar, seni zengin ederler. Ne kadar zamanda ulaşırsın kasabaya?"
"Bilemem ama, en çabuk..."
Muhtar:
"O bir attan daha hızlı koşar," dedi.
Yüzbaşı bir taşın üstüne çöktü, cebinden bir kalem, defter Çıkarıp çabucak pusulayı yazdı Tazı Tahsine verdi.
"Göreyim seni Tahsin, bu akşama kadar..."
121
"Baş üstüne Yüzbaşım."
"Tazı Tahsin yel gibi koşarak kalabalığın içinden sıyrılıp! çıktı, bir anda da gözden iradı yitti gitti. 1
Erkekler daha kadınlarla cebelleşiyor, ağlaşmalar, kargışlar ortalığı almış sürüp gidiyordu ya kadınların inatları da yavaş yavaş kırılıyordu. Bir anda her şey duruluverdi. Ortalıkta ne ses, ne şada kaldı. Çıt bile çıkmıyordu. Kadınlarsa başlarını önlerine eğmişler, karşı, pembe pembe ışığı savrulan yamaca akıp gidiyorlardı. Ak bir başörtüsü denizi aydınlığın içinde dalgalanıyordu.
"Ne oldu Muhtar?" diye sordu Yüzbaşı. "Ne oldu bu kadınlara da böyle süklüm püklüm yamaca çıkıp gidiyorlar?"
Muhtar, İnce Memedin soyulmuş ölüsünü gösterdi. Kadınlar ölünün donundan gömleğinden, bir de tüfeğinden başka her şeyi almışlardı.
"Bu ne demek?"
"Efendim, bir ölü önlerinde olmazsa, kadınlar ölünün giyitleri üstüne de, tıpkı ölü önlerindeymiş gibi ağıt yakarlar, şimdi öteki koyağa ağıt yakmaya gidiyorlar."
"Bela," dedi Yüzbaşı.
"Bela," dedi Asım Çavuş.
"Bela," dediler Kertiş Ali Onbaşıyla Muhtar.
Tazı Tahsin koşuyordu. Sevinç içindeydi. Kasabaya bir haber ulaştıracaktı, isterse İnce Memedin kara haberi olsun. Bunun karşılığında da kim bilir ona ne armağanlar vereceklerdi. Belki Çukurovada bir çiftlikte ona bir iş de bulurlardı. Böylesine at gibi koşmasını göz önüne alarak, belki de çok başka, güzel bir iş verirlerdi. Belki de asker olduğunda onu candarma yazarlar, o da Kertiş Ali Onbaşı gibi bir uzatmalı olur, belki de Çavuş olup şu dağlarda padişahlığını ilan ederdi. Önünde birkaç dağ vardı, eğer yüksek dağları aşmak olmasa Tazı Tahsin alimallah gece yarısına doğru kasabaya varırdı.
Tazı Tahsin yemek yemeden, su içmeden, bir an için olsun dinlenmeden, bütün gün, bütün gece koştu. Kasabaya girdiğinde ayaklarını zorla sürüklüyordu ya, kıvanç içindeydi. Onun bu kadar tez bir sürede haberi kasabaya, böylesine çaba harcayarak, ta Bakırgediği mağarasından buraya kadar bir gün, bir
122
ecede geldiğine kimse inanmayacaktı. Bereket Kaymakamlığı imliyordu, onun için hiç aranmadan doğru oraya varabilecekti. Kaymakamlığın merdivenlerini çıkarken gün kuşluk oluyordu, rtık soluk alıp verecek hali bile kalmamıştı. Merdivenin basma geldiğinde tükenmişti. Yüzbaşının verdiği kağıdı elinde tutuyordu. Kapıdaki odacıya bir şeyler söyledi ama, anlaşılmadı. Elini adama uzattı, uzatmasıyla da boylu boyunca oraya, tahtaların üstüne düşmesi bir oldu. Kendinden geçmişti. Gürültüyü duyan Kaymakam odacıyı çağırdı:
"Ne oluyor?"
"Bir adam kapının önüne geldi düşüverdi. Suya batmış çıkmış gibi... Her bir yanından ter fışkırıyor. Elinde de bir kağıt var. Sımsıkı tutmuş, bırakmıyor."
Kaymakam, biraz şişmanca, inek gözlü, gerdanlı, dazlak kafalı, gözleri yuvalarında fıldır fıldır dönen, feleğin çemberinden geçmiş birisiydi. Cumhuriyetten önce de kaymakamdı. Tam otuz üç ilçede kaymakamlık yapmıştı şimdiye kadar. Merakla dışarıya fırladı. Tazı Tahsin kapının önüne boylu boyunca serilmiş yatıyor, göğsü körük gibi inip inip kalkıyor, oluk oluk da terliyordu.
"Ölüyor mu?"
"Ölmüyor," dedi odacı. "Çok koşmuş, uzak yerlerden uzun koşarak gelmiş."
"Elindeki kağıdı al bakalım, neymiş."
Odacı Tazı Tahsinin yumulmuş elini açıp kağıdı almaya çalıştı, bir türlü eli açamadı.
"Açılmıyor."
"Allah Allah, nasıl olur da açılamaz, gayret et!"
Odacı diz çöküp Tazı Tahsinin elini iki elinin arasına aldı, çabaladı çabaladı, gene açamadı.
"Olacak gibi değil!"
Kaymakam kendisi eğildi, o da denedi. El kenetlenmiş bir türlü açılmıyordu.
"Allah Allah, çok merak ettim, nedir acaba?"
"Bu kadar, böyle ölürcesine koştuğuna göre çok mühim bir İŞ olsa gerek. Açılmıyor..."
"Açılmıyor," dedi Kaymakam. "Derhal doktoru çağır. An-
Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
123
lat ona. Gelsin de bir iğne yapıp, şu adamın elini açsın. Ölüyor mu?"
"Ölmüyor Efendim," dedi odacı merdivenlere doğru koşarken. Bu sırada Tahrirat Katibi, öteki memurlar da haberlen-mişler, merdivenin altında birikişmişlerdi. Korkularından yukarıya, Kaymakamın katma çıkamıyorlar, yukarıda bir şeylerin döndüğünü anlıyorlar, ama ne olduğunu bilemiyorlardı. Önlerinden merdivenleri üçer üçer atlayarak inen odacı da onlara bir şeyler söyleme fırsatını bulamamıştı.
Az sonra yakında, karşı sokakta olan Doktor, çantası elinde koşarak geldi. Hiçbir şey sormadan diz çöküp uzanmış yatmış adamı, göğsünü açıp dinlemeye başladı.
"Bir şeyi yok," dedi. "Şimdi kendisine gelir."
"Eli açılmıyor," dedi Kaymakam.
"Nasıl olur?" diye şaştı Doktor. Güçlü bir adamdı, kendisi de denedi açamadı. "Bekleyelim," dedi. "Az sonra kendine gelir."
"Bir iğne yapsana."
"Lüzumu yok Kaymakam Bey. Az sonra... Bekleyelim."
"Buyurun," dedi Kaymakam, Doktoru odasına çağırdı. "Ne olabilir ki? Bir kahve?"
"Sade."
"Anlamadım."
"Bir şok olabilir."
"Nereden geliyor, nereye gidiyor, belli değil... Elindeki kağıt... Durmadan da terliyor, bakmsana..."
"Şimdi kendine gelir."
Dışardan:
"Gözlerini açtı," diye bağırdı odacı.
Kaymakamla Doktor kapıya çıktılar. Tazı Tahsin gözlerini açmış, şaşkın şaşkın yöresine bakıyor, gözleri bir Kaymakamın, bir Doktorun, bir odacının üstünde gelip duruyor, soru dolu bakışlarla onları izliyordu. Sonra da ağır ağır doğruldu. Birden eline baktı, kağıdı gördü. Kağıdı görünce her şeyi anlayıp ayağa fırladı:
"Kaymakam Bey, Kaymakam Bey yetiştim," dedi. "Yetiştim! Bir gün bir gecede..."
124
"O elindeki ne?"
"Yüzbaşı Faruk Bey... İnce Memedi öldürdü."
"Neee?" diye bir çığlık attı Kaymakam. "Kim? İnce Memed mi? Yüzbaşı Faruk... Ver o kağıdı."
Tazı Tahsin elini Kaymakama uzattı, eli açılmıyordu.
"Ver o kağıdı bana!"
Tazı Tahsin daha soluyordu:
"Açılmıyor," diye boynunu büktü. "Dur Beyim, ben onu şimdi açarım." Bir yandan elini açmaya uğraşıyor, bir yandan da soluk soluğa anlatıyordu: "Bakırgediği mağarasında çevirdi Yüzbaşım, sabaha karşı. Gün ışıyıncaya kadar müsademe ettiler. Yüzbaşı, İnce Memedi kendi eliyle öldürdü. İnce Memed de öyle İnce Memed değil, senin benim gibi dört adam eder, çam yarması gibi bir şey. Yüzbaşım tam iki kaşının ortasından vuru-vermiş." Tazı Tahsin sonunda elini açabildi: "Açtım," dedi sevinçle, kağıdı Kaymakama uzattı. Kaymakamın, Doktorun, odacının ağzı kulaklarındaydı.
Kaymakam durup durup elindeki pusulayı bir daha bir daha okuyordu.
"Bu İnce Memed başımıza çok gaile açacak sanmıştım, eh, o da halledildi. Şimdi rahatız. Öbür eşkıyaların hiçbir ehemmiyeti yok. Asıl canavar olan buydu. Halk bunu tutuyor, koruyordu. Ankara da, Adana da bizi çok sıkıştırıyorlardı. Evet, bu iş de bitti. Kasaba eşrafı da bu çocuktan çok korkuyorlardı. O, Ali Safa Beyi öldürdükten sonra uyumamaya başladılar. Sanki İnce gelecek, hepsini teker teker gözlerinden kurşunlayacak... Hele Murtaza Ağa, o ne gece, ne gündüz yerinde duramıyor, hep İnce Memed gelecek de onu gözbebeğinden kurşunlayacak sanıyordu. Şimdi tamam."
Tazı Tahsin ayakta dikilmiş kalmış sallanıyordu. Kaymakamın gözü ortada kalakalmış Tahsine ilişti:
"Demek İnce Memedle birlikte Yüzbaşı Faruk Beyin öldürdüğü eşkıya sayısı dokuz, öyle mi?"
"Tam dokuz tane. Hepsi de ölü. Yüzbaşım bana dedi ki ulan Tazı, kuş kanadıyla uçsa bu haberi senden daha çabuk Kaymakamıma ulaştıramaz. Yarın sabah bu haberi Kaymakamımıza yetiştirmeni senden dilerim, dedi. Ben de düştüm yola,
125
bir at bile, Beylerin Arap atları bile benden daha çabuk koşa-maz, dört günlük yoldur Bakırgediğiyle kasaba arası, ben de koşup bu haberi zatına ulaştırdım. Benim adım Tazı Tahsin. Asker olurken beni candarma yazmanı ve hem de beni uzatmalı onbaşı, istersen de çavuş yapmanı zatından dilerim. İşte o zaman gör eşkıyaların kökü nasıl kazınırmış. O Kertiş Ali var ya, o vizzo... Onun köylüyü dayağa çekmekten, karakola her düşenden rüşvet almaktan başka bir bildiği yok. Çok da korkak... Ben rüşvet de almam, beni uzatmalı onbaşı yaparsan. İstersen de bütün köylüyü, anamı babamı bile öyle bir sopadan geçiririm ki, Kertiş Ali Onbaşı da, Yüzbaşım da, Mustafa Kemal Paşa da yanımda vız kalır."
"Adım ne, adım ne demiştin?"
"Tazı."
Kaymakam önündeki kağıda yazdı.
"Tazı ne?"
"Tazı Tahsin derler bana. Ben bu dağlarda attan daha hızlı koşarım. Bir keresinde çocukluğumdaydı, bir tavşanı koşarak yakaladım da işte ol sebepten benim namıma Tazı dediler, Tazı Tahsin. Adımı da imam koymuş Tahsin diye, yüzbaşısının adıymış."
"Gidebilirsin."
"Buyur?"
"Gidebilirsin."
"Gidebilir miyim?"
"Gidebilirsin."
"Buyur, ya muştuluğum, ya müjdem?"
"Gidebilirsin."
Tahsinin ağzı açık kaldı. Bir şeyler daha söyleyecekti ki odacı onu kolundan tutup dışarı çıkardı.
"Yüzbaşım bana... Muştuluğunu... Seni, dedi, altına, gümüşe, tarlaya takıma boğacak Ağalar, Beyler, dedi..." Boynunu büktü. "Ben öldüm yahu. Az daha canım çıkıyordu. Görmedin mi şu gözlerinle kardaşım? Ben ölmüyor muydum? Bırak kolumu kardaşım."
Odacı onun kolunu ancak aşağıda, Hükümet konağının avlusunda bıraktı:
lat ona. Gelsin de bir iğne yapıp, şu adamın elini açsın. Ölüyor mu?"
"Ölmüyor Efendim," dedi odacı merdivenlere doğru koşarken. Bu sırada Tahrirat Katibi, öteki memurlar da haberlen-mişler, merdivenin altında birikişmişlerdi. Korkularından yukarıya, Kaymakamın katma çıkamıyorlar, yukarıda bir şeylerin döndüğünü anlıyorlar, ama ne olduğunu bilemiyorlardı. Önlerinden merdivenleri üçer üçer atlayarak inen odacı da onlara bir şeyler söyleme fırsatını bulamamıştı.
Az sonra yakında, karşı sokakta olan Doktor, çantası elinde koşarak geldi. Hiçbir şey sormadan diz çöküp uzanmış yatmış adamı, göğsünü açıp dinlemeye başladı.
"Bir şeyi yok," dedi. "Şimdi kendisine gelir."
"Eli açılmıyor," dedi Kaymakam.
"Nasıl olur?" diye şaştı Doktor. Güçlü bir adamdı, kendisi de denedi açamadı. "Bekleyelim," dedi. "Az sonra kendine gelir."
"Bir iğne yapsana."
"Lüzumu yok Kaymakam Bey. Az sonra... Bekleyelim."
"Buyurun," dedi Kaymakam, Doktoru odasına çağırdı. "Ne olabilir ki? Bir kahve?"
"Sade."
"Anlamadım."
"Bir şok olabilir."
"Nereden geliyor, nereye gidiyor, belli değil... Elindeki kağıt... Durmadan da terliyor, bakmsana..."
"Şimdi kendine gelir."
Dışardan:
"Gözlerini açtı," diye bağırdı odacı.
Kaymakamla Doktor kapıya çıktılar. Tazı Tahsin gözlerini açmış, şaşkın şaşkın yöresine bakıyor, gözleri bir Kaymakamın, bir Doktorun, bir odacının üstünde gelip duruyor, soru dolu bakışlarla onları izliyordu. Sonra da ağır ağır doğruldu. Birden eline baktı, kağıdı gördü. Kağıdı görünce her şeyi anlayıp ayağa fırladı:
"Kaymakam Bey, Kaymakam Bey yetiştim," dedi. "Yetiştim! Bir gün bir gecede..."
124
"O elindeki ne?"
"Yüzbaşı Faruk Bey... İnce Memedi öldürdü."
"Neee?" diye bir çığlık attı Kaymakam. "Kim? İnce Memed mi? Yüzbaşı Faruk... Ver o kağıdı."
Tazı Tahsin elini Kaymakama uzattı, eli açılmıyordu.
"Ver o kağıdı bana!"
Tazı Tahsin daha soluyordu:
"Açılmıyor," diye boynunu büktü. "Dur Beyim, ben onu şimdi açarım." Bir yandan elini açmaya uğraşıyor, bir yandan da soluk soluğa anlatıyordu: "Bakırgediği mağarasında çevirdi Yüzbaşım, sabaha karşı. Gün ışıyıncaya kadar müsademe ettiler. Yüzbaşı, İnce Memedi kendi eliyle öldürdü. İnce Memed de öyle İnce Memed değil, senin benim gibi dört adam eder, çam yarması gibi bir şey. Yüzbaşım tam iki kaşının ortasından vuru-vermiş." Tazı Tahsin sonunda elini açabildi: "Açtım," dedi sevinçle, kağıdı Kaymakama uzattı. Kaymakamın, Doktorun, odacının ağzı kulaklarındaydı.
Kaymakam durup durup elindeki pusulayı bir daha bir daha okuyordu.
"Bu İnce Memed başımıza çok gaile açacak sanmıştım, eh, o da halledildi. Şimdi rahatız. Öbür eşkıyaların hiçbir ehemmiyeti yok. Asıl canavar olan buydu. Halk bunu tutuyor, koruyordu. Ankara da, Adana da bizi çok sıkıştırıyorlardı. Evet, bu iş de bitti. Kasaba eşrafı da bu çocuktan çok korkuyorlardı. O, Ali Safa Beyi öldürdükten sonra uyumamaya başladılar. Sanki İnce gelecek, hepsini teker teker gözlerinden kurşunlayacak... Hele Murtaza Ağa, o ne gece, ne gündüz yerinde duramıyor, hep İnce Memed gelecek de onu gözbebeğinden kurşunlayacak sanıyordu. Şimdi tamam."
Tazı Tahsin ayakta dikilmiş kalmış sallanıyordu. Kaymakamın gözü ortada kalakalmış Tahsine ilişti:
"Demek İnce Memedle birlikte Yüzbaşı Faruk Beyin öldürdüğü eşkıya sayısı dokuz, öyle mi?"
"Tam dokuz tane. Hepsi de ölü. Yüzbaşım bana dedi ki ulan Tazı, kuş kanadıyla uçsa bu haberi senden daha çabuk Kaymakamıma ulaştıramaz. Yarın sabah bu haberi Kaymakamımıza yetiştirmeni senden dilerim, dedi. Ben de düştüm yola,
125
bir at bile, Beylerin Arap atları bile benden daha çabuk koşa-maz, dört günlük yoldur Bakırgediğiyle kasaba arası, ben de koşup bu haberi zatına ulaştırdım. Benim adım Tazı Tahsin. Asker olurken beni candarma yazmanı ve hem de beni uzatmalı onbaşı, istersen de çavuş yapmanı zatından dilerim. İşte o zaman gör eşkıyaların kökü nasıl kazınırmış. O Kertiş Ali var ya, o vizzo... Onun köylüyü dayağa çekmekten, karakola her düşenden rüşvet almaktan başka bir bildiği yok. Çok da korkak... Ben rüşvet de almam, beni uzatmalı onbaşı yaparsan. İstersen de bütün köylüyü, anamı babamı bile öyle bir sopadan geçiririm ki, Kertiş Ali Onbaşı da, Yüzbaşım da, Mustafa Kemal Paşa da yanımda vız kalır."
"Adım ne, adım ne demiştin?"
"Tazı."
Kaymakam önündeki kağıda yazdı.
"Tazı ne?"
"Tazı Tahsin derler bana. Ben bu dağlarda attan daha hızlı koşarım. Bir keresinde çocukluğumdaydı, bir tavşanı koşarak yakaladım da işte ol sebepten benim namıma Tazı dediler, Tazı Tahsin. Adımı da imam koymuş Tahsin diye, yüzbaşısının adıymış."
"Gidebilirsin."
"Buyur?"
"Gidebilirsin."
"Gidebilir miyim?"
"Gidebilirsin."
"Buyur, ya muştuluğum, ya müjdem?"
"Gidebilirsin."
Tahsinin ağzı açık kaldı. Bir şeyler daha söyleyecekti ki odacı onu kolundan tutup dışarı çıkardı.
"Yüzbaşım bana... Muştuluğunu... Seni, dedi, altına, gümüşe, tarlaya takıma boğacak Ağalar, Beyler, dedi..." Boynunu büktü. "Ben öldüm yahu. Az daha canım çıkıyordu. Görmedin mi şu gözlerinle kardaşım? Ben ölmüyor muydum? Bırak kolumu kardaşım."
Odacı onun kolunu ancak aşağıda, Hükümet konağının avlusunda bıraktı:
2 sayfadaki 2 sayfası • 1, 2
Similar topics
» İnce Memed 1 - Yaşar Kemal
» İnce Memed 2 - Yaşar Kemal
» İnce Memed 4 - Yaşar Kemal
» Yaşar Kemal
» İnce Memed Serisi 1-2-3-4
» İnce Memed 2 - Yaşar Kemal
» İnce Memed 4 - Yaşar Kemal
» Yaşar Kemal
» İnce Memed Serisi 1-2-3-4
2 sayfadaki 2 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz