Ninova
İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Bebek10

Join the forum, it's quick and easy

Ninova
İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Bebek10
Ninova
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:00 pm

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal
Ateşi yandıran kavdır Demiri dövdüren tavdır
Kimi yıllar Çukurovaya bahar birdenbire iner. Çiçekler tomurcuklar, kuşlar, arılar, böcekler, otlar birdenbire bastırır. Ilık güneş, apaydınlık ortalığı doldurur. Kurdu kuşu, börtü böceği, yılanı karıncasıyla bütün yaratık yuvalarından dışarıya uğrayıp şaşkın, telaşlı, yeni, taze bir dünyaya kavuşmanın sevinci içinde yumuşacık toprakta gezinirler. Akdenizin üstünden yekinen parça parça ak bulutlar, ovanın toprağına koyu, pul pul gölgelerini bırakarak Toros dağlarına giderler. Ve birdenbire, nereden geldiği belirsiz yağmurlar yağar. Ortalığı seller götürür. Sular taşar, yörelerine sapsarı milleri yayarak Akdenize deli bir hızla akarlar, mavi suyu kırmızıya boyarlar. Keskin, mor kayalıkların aralarında ışıltılı sarı çiğdem çiçekleri açar, sarvan kurmuş sarı çiğdemlerin bir ulu bahçesi olur dağlar. Ve binbir çiçekle, kokuyla nennilenirler. Turaç sesleri gelir durmadan, kuytulardan, bucaklardan. Ovanın insanları, bahar böyle birdenbire patlayınca küskün, kınalı cerenleri beklerler. Eskiden, aşağıdan, çölden, bahar gelince binlerce kınalı ceren akardı ovaya, kırmızı yalımlar gibi sünerek, Anavarzadan Kozan altına, oradan Tarsus düzlüğüne, Yüreğir toprağına, oradan Payasa, Osmaniye altına, oradan Dumluya sürülerle dolaşırlardı. Ve Çukurovalı-lar, atlarını ceren kovarak denerlerdi. En soylu at, binicisine en çabuk ceren yakalayan attı. Çukurovanm kır atları ta Asurlular-dan bu yana soyunu korumuş, ününü getirmişti.
Çukurovaya böyle birdenbire gelen baharlarla birlikte Akdenize de taze, pırıl pırıl maviler inerdi. Baharla birlikte denize
inen bu ışık mavisi göğe, ovaya, ak bulutlara vurur, çiçekten, yeşilden, ışıktan patlamış verimli toprağın üstünden ağır ağır yürüyerek Toros dağlarına kavuşurdu. Koyaklarına mor gölgeler düşmüş, ovayı bir yarım ay gibi kuşatmış dağlar birdenbire maviye batar, ağacı, kuşu, kayası, suyu, ormanıyla bir mavide yıldız yıldız ışıyarak savrulur, kaynaşarak dönerdi.
Ilık güneş, esen yeller deniz kıyısından, bulutlar gibi ak çiçekler açmış portakal, limon, turunç bahçelerinden kokular getirir ve ovadaki tekmil yaratıklar bir tapınma sevincinin esrikliğinde kendilerinden geçerlerdi.
Böyle baharın birdenbire bastırdığı yıllarda yaz da birdenbire çöker, sansıcaklar kurşun gibi inerdi insanların tepelerine. Erken gelen baharın sevinci kursaklarda kalırdı. Güneş bir kocaman köz yığını gibi, yöresine kıvılcımlar fışkırtarak, toprağı, otları, çiçekleri yakar, suları buğuya döndürüp alır götürür, küçük çayların yatakları parça parça yarılır, uçsuz bucaksız büyük bir örümcek ağına benzerdi toprak. Türküler söylenirdi bu birdenbire çöken sıcak üstüne. Çukurova yana yana ördolur, her sineği bir alıcı kurdolur, diye başlayan...
Baharın bütün görkemini, esrikliğini yaşayan ova insanları bu başlarına birdenbire bir keskin kılıç gibi inen sarısıcağın altında neye uğradıklarını bilemezler, gözlerini yakan ışıkların karanlığında kalıp ortalıkta yordamlayarak yürürler, yordamla-yarak çalışırlardı bir süre, bu ışık karanlığına alışmcaya kadar. Yeller artık kokular yerine toz bulutları getirirdi. Köyler, kasabalar, evler, otlar, ağaçlar, insanlar apak, kalın bir toz tabakasının altında kalırlardı. Tozlarla birlikte de sivrisinek akınları, sıtma salgınları da başlardı. Kasabalarda, köylerde, tarlalarda, yollarda bellerde sıtmaya yakalanmışlar titreşir dururlardı. Çocuklara kıran girer ve köy mezarlıkları küçücük, taze toprak yı-ğınlarıyla dolardı. Bataklıklardan, sazlardan, çeltik salaklarından bulut bulut gelen sivrisinekler insanlara, hayvanlara saldırır, onları yerlerdi. Ve bedenleri kıpkızıl kana keserdi insanların, hayvanların.
Eskiden yaz gelince, yazdan da önce, baharın ucu gözükünce Çukurun insanları sıcağa, toza, sineğe yakalanmadan göçlerini yükletip yaylaya, o mavi dağlara göçer, mavi, soğuk
10
suların başına çadırlarını, alacıklarını kurarlardı. Şimdi dağlar yitirilmiş bir cennet, bir acı özlemdi. Yarpuz kokulu serin pınarlar, yediveren dağ çiçekleri, alageyikler, her evin önünde bir çatala kondurulmuş alıcı kuşlar, beli uzun büyük gözlü, kız yeleli Arap atlar ve ince uzun bacaklı tazılar onlar için artık erişilmez bir eski düştü. Dededen kalma kıl çadırlar ottan, kamıştan yapılmış evlerin köşelerinde, ahırlarında, samanlıklarında çürümeye bırakılmışlardı. Baharın ucu gözüküp, ilk çiğdem kayalıkların arasında sarı sarı parlaymca ve dağlara giden ilk Yörük göçleri gözükünce samanlıklarda çürümeye bırakılmış çadırlar yerlerinden çıkarılıp yıkanır, temizlenir, yeniden yerlerine konurdu. Her Çukurovalınm gönlünde, bir gün gene eski yaşama dönmenin yalımı parlardı. Dağlara giden Yörüklere imrenerek, öfkelenerek, biraz da sevinerek bakar, Çukurun sıtmasında, sa-rısıcağında, kan gibi ılık suyunda, pıtıraklı tarlalarında çalışmanın acısında eski günlerin bir gün geri geleceğine inanarak kendilerini avuturlardı.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:01 pm

Çukurova insanlarının yüreklerinde ne kadar mor gölgeli dağların, o yitirilmiş cennetin özlemi varsa, dağ insanları da onlar kadar, belki onlardan da daha çok aşağının, Çukurun, bu bire bin veren verimli toprakların özlemini çekerler, kayalıklardan, ormanlardan, inanılmaz yoksulluklarından kurtulmanın, oralarda, Akdenizin kıyılarında yumuşacık, sıcacık tarlalara kavuşmanın bir yolunu ararlardı.
Verimli, milli düzlüklerden sonra Torosun kıraç, kepir taşlı etekleri başlar. Ovanın en bereketsiz, verimsiz yerleridir buralar. Bu kepir taşlığın köylüleri hem Çukurun sıcağının, sineğinin, hastalığının, belasının içindedirler, hem de toprakları ot bitirmez verimsizliktedir, Anavarza, Yüreğir, Tarsus ovaları, Osmaniye düzlüğü, Kozan altı onların erişmek istedikleri yerlerdir. Uzun yıllardan bu yana, buralara köy kuran dedelerine karkışlar yağdırırlar. Karkışlarla birlikte düşünmeye de başlamışlardır, iskandan sonra, verimli Çukurova toprağı kabarmış, bor, kızoğlan kız, çalışacak insanını, sabanını, pulluğunu beklerken bunlar burayı ne demişler de yurt tutmuşlar, diye. Bu yıllar, Çukurovada verimli topraklar pay edilirken, eteklerde de bir kaynaşma başlamıştır.
11
T".
Eteklerden sonra birdenbire gür ormanlar, yarpuzlu pınarlar, bol otlu küçük düzlükler başlar. Bu düzlüklere birer ikişer ev kurulmuştur. Bu, ormanlar, keskin kayalıklar arasındaki küçük toprak parçaları ancak bir, iki, en çok da üç evi besleyebilir. İşte bu yüzden Maraştan Antalyaya kadar, Akdenizi çevreleyen dağlardaki köylerin evleri çok dağınıktır. At yürüyüşüyle çoğu köylerin ilk evinden son evine üç, beş, altı saat çeker. Bu küçük toprak parçaları da ekile ekile zaman geçtikçe verimlerini yitirmişler, üstündekileri besleyemez bir duruma gelmişlerdir. Ya-maçlardaki düzlüklerin birçoğunun toprağını seller almış götürmüş, buraya yerleşmiş evler de kayalıkların taşlıkların aralarında dirliksiz, üç beş keçileriyle baş başa kalmışlardır.
Dağlardan yukarılara çıkıldıkça ormanlar seyrelir, daha yükselince de kısa boylu meşelere, onların ardından da bodur, yerle bir çalılara gelinir. Çalılardan sonra artık dağlar doruklarına kadar çırılçıplaktır. Bu çırılçıplak yerlerin en göze batan bitkisi de keven dikenidir. Güz aylarında sert çiçekleri kuruyup da diken parlaklığını yitirince kevenlerin içine yüzlerce, binlerce uğurböcekleri dolar. Diken öbekleri, uzaktan bakıldığında günün kimi saatlarmda bir yalım gibi gözükür.
Çukurovaya bahar birdenbire indiği yıllar, dağlara da birdenbire yağmurlarla, sellerle, fırtınalarla gelir. Çayları taşıran, kuru dereleri, koyakları dolduran seller, inanılmaz bir hızla ya-maçlardaki, koyaklardaki küçücük düzlükleri toprağı sökerek aşağılara, ovaya, Akdenize alır götürür. Ve dağ insanları bu erken gelen bahardan sonra, birdenbire binbir rengiyle fışkıran çiçeklerin, kokuların, yunmuş arınmış yıldızların, nennilenmiş dağların esrikliğinde kalırlar, ne yapacaklarını, ne edeceklerini bilemezler. Ve Çukurovaya çöken sıcağı, öldüren sivrisineği, kan gibi ılık, içeni ağılayan suları bilirler. Ve gene de Çukurova-yı varılmaz, ulaşılmaz bir cennet olaraktan düşlerler. Ama onlar Çukurovadan gene de korkarlar. Ovalıların son yıllarda dağlardan korktukları gibi.
12
Keven dikeni ağaçsız kıraç yüksek yamaçların, tepelerin bitkisi olduğu kadar, uçsuz bucaksız Anadolu bozkırlarının da bitkisidir. Her birisi üç karışla beş, altı, yedi karış çapında yuvarlak öbeklerdir. Bu öbekler ağaçsız, çalısız yüksek dağ tepelerinde, yamaçlarında, derin bozkırlarda, yaylalarda küme küme biterler. Bazan beş, on, elli, yüz öbek bir aradadır. Bazan da ağaçsız, çalısız toprak silme kevenle döşelidir. Kimi zaman öbekler sık, üst üste biterler, kimi zaman da öbekler seyrek, aralıklıdır. Aralıklar bir adımdan on, on beş adıma kadar çıkar. Her öbekte binlerce yaprak diken bulunur. Bu dikenlerin en az otuzu kırkı bir sapın üstüne yıldız gibi biçimlice sıralanmıştır. Ana kökten, böylesi saplardan yüzlercesi toprağın üstünde örülerek, keleplenerek yuvarlak, yumru bir öbek oluştururlar. Kevenin çiçekleriyse uzun saplarla bu diken yaprakların üstüne çıkarlar.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:02 pm

Baharın ucunun gözükmesiyle yüksek yamaçlardaki, boz-kırlardaki keven dikenlerinin yumuşak, ılık, incecik yeşili de ortalığı alıverir. Bu sıralar bozkıra, yüksek yamaçlara, belli belirsiz, tüten uçuk yeşil bir bulut inmiş gibi olur. Bu incecik yeşildeki diken yapraklar da yumuşacıktır. Gittikçe koyulaşan yeşiliyle birlikte bu yaprakların uçları da sertleşir, diken olgunlaşır, iğneleşir. Bitkiler koyu yeşildeyken keven öbeklerinden çiçekler fışkırıverir. Bu sefer de gene bozkırın, ağaç bitmez yüksek tepelerin, yamaçların üstünü, belli belirsiz, içlerinde mavi çelik kıvılcımlar çakan pembe bulutlar örter. Öbeklerden, yıldız
13
yıldız diken yaprakların aralarından yükselen çiçek saplarının uzunluğu beş santimden yirmi beş santime kadar olur. Her sapta da on, on beş, yirmi, otuz çiçek bulunur. Bunlar çok koyu, maviye kaçan pembe çizgili, içlerine bir karıncanın, küçücük bir arının girebileceği kadar küçücük pembe çiçeklerdir. Öylesine sıktırlar ki bu mavi kıvılcımlı çiçekler uçsuz bucaksız bozkırda ve dik yamaçlarda, yaylalarda uzun bir süre pembe pembe balkırlar. Öbeklerin altı, kümelerin araları bozkır ve yayla böceklerinin, küçücük kuşların, hayvanların sığıncasıdır.
Değirmenoluktan doludizgin çıkan atlı, atını önce geniş bir düzlükten karşıdaki moraran dağlara sürdü. Kararan bir ormana girdiğinde ortalığa alaca gölgeler düşmüştü. Ormanın ucunda atın başını bir süre çekip bekledi. Orman hışırdıyor, derinden de uğulduyordu. Çok uzaklardan da, aralıklarla bir kuşun sesi geliyordu. Atlı bu ormanı eskiden beri biliyordu ya, ikircikliydi. Onu izleyen candarmalar, içerde yoluna pusu kurabilirlerdi. Ormanı geçince belki de işler biraz kolaylaşırdı. İçeriye girmeyip sola, aşağıya sapsa, orası da tehlikeliydi. Oralarda ne bildiği bir köy, ne de tanıdığı bir insan vardı. Sağ yanda, gün-doğusunda da kimseyi tanımıyordu. Bir bellisize atını süremezdi. Ormanı geçip de yaylalara ulaşırsa Yörük çadırlarına, belki de Kerimoğlunun obasına varabilirdi. Yörüklere kavuşmak onun için kurtuluş demekti. Topal Ali de onu Yörüklerde bulabilirdi. Bir ara dönüp Koca Süleymanın köyüne gitmeyi düşündü. Ama orası çoktan candarmalarca sarılmıştı. Bundan hiçbir kuşkusu yoktu. Faruk Yüzbaşı, Asım Çavuş onun Yörüklere gideceğini de bilirlerdi ya, belki daha ormana ulaşamamışlardı. Altındaki at köpüğe batmış, göğsü inip inip kalkıyor, burun delikleri açılmış seslice soluklanıyordu. Ormanı doludizgin çıkabilmek için Kırk suyun yolundan başka bir yerden geçemezdi. Sık ormanlara, kayalıklara, çalılıklara at işleyemezdi. Atı bırakıp yaya olaraktan girse ormanın içine, bu ormanı çok iyi bildiği halde, dışarıya birkaç günde bile zor çıkabilirdi. Atından inip onu bir çalıya bağladı, sırtını bir çınar ağacına verdi oturdu. Ormanın uğultusu gittikçe artıyor, o kuşun boğuk sesi aralıklarla uzaklardan ormanı aşıp çıtırtılarla, başka seslerle birlikte geliyordu. Adam kulağını yere dayayıp bir süre ormanın derinlik-
14
lerini dinledi. Uğultulardan, çatırtılardan, o kuşun sesinden başka sesler de arıyordu. Gene çok uzaklardan belli belirsiz bir çan sesi geldi kulağına. Çan üç kere öter gibi oldu, sonra da sustu. Adam kulağı yerde, çan seslerini bir daha duyabilmek için bekledi bekledi, ama bir daha o sesleri duyamadı. Bu çan sesleri bir devenin, bir katırın, bir sığırın çan sesleri mi, yoksa bir tekenin, bir keçinin çanının sesi miydi, sesler o kadar uzaktan geliyordu ki ayırt edemedi. Sesler biraz yakın olsaydı bunu ayırt etmek çok kolay olurdu. Çan sesi bir duyulur gibi olmuş sonra da hemen sönmüştü. Doğrulup yukarısındaki çınarın geniş, yaygın dallarına baktı. Ağacın yapraklarında en küçük bir kıpırtı yoktu. Ve en kalın, en uzun daldan aşağıya bir kırmızı karınca katarı yol yaptıkları gövdeye iniyor, oradan da çam pürlerinin öbek öbek yığıldığı bir başka ağacın altına doğru akıyorlardı. Küçücük, yumru, kırmızı sırtlarında son ışıklar ipi-liyordu. Sırtını yeniden gövdeye dayayan adamı birden bir uyku bastırdı. Kısılmış gözlerinin önündeki yorgun at sağ art ayağını karnına çekmiş, tüyleri de domur domur olmuş, donu yağızdan karaya dönmüştü. Başını da uysal, yorgun yere sarkıtmış, uzun yelesi toprağa değecek kadar aşağılara dökülmüştü. Adamın gözlerinin önünden Kel Hamzanın uzayıp safran sarısı kesilmiş, gerilmiş, bir ölüm çığlığına dönmüş yüzü durmadan geçiyor, kocaman, ardına kadar açılmış ağzı, pörtlemiş gözleriyle yalvarıyordu.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:02 pm

Uçan kuştan, dosttan düşmandan, yerdeki karıncadan car umuyordu. Adam yarı uykuda, yarı düşte, bir insan canının ne kadar tatlı, vazgeçilmez olabileceğini, kimi insanların, belki de büyük bir insan çoğunluğunun canlarını vermemek için ne kadar alçalabileceklerini ilk olarak düşünüyordu. İnsan canı bu kadar alçalmaya değer miydi? Ne pahasına olursa olsun insan yaşamını sürdürmeli miydi? Sıtmalar, hastalıklar, zulümler, buyruklar, açlıklar, yoksulluklar insan soyunun yaşama direncini kıramamış, insanoğlu kıyımlardan, aşağılamalardan, sakatlıklardan, kırımlardan sonra bile yaşamını sürdürmüştü. Bu korkunç güç, bu sonsuz direnç, bu yaşamak için katlanılan en aşağılık durumlar neydi, ne içindi? Kel Hamza, atının önüne düşmüş köyü, bütün bedeniyle korkuya kesmiş dolanırken, arada bir durup ona öyle bir, öyle köpekçesine yal-
15
varışla bakıyordu ki insan yüreği dayanamaz. Onu öldürmemek için kendisiyle çok savaşmış, sonunda da, böylesine insanlıktan çıkmış bir insanın yaşaması haramdır diye düşünmüştü. Ali Safa Bey de onu görünce, "Benim adım İnce Memed, beni bilebildin mi Ağa?" deyince, yüzü gerilmiş, kocaman olmuş gözleri inanılmaz bir korkuda açılmış açılmış kapanmış, bir ara, bir göz açıp kapayıncaya kadarki bir sürede gözleri namluya inanılmaz bir yalvarışla dikilmişti. Bu bir anlık yalvarışta da belki insan soyunun düşebileceği en beter aşağılanma, alçalma vardı. Bu kadar alçalmaya değer miydi bir can? Can bu kadar, her şeyden değerli miydi? Örneğin Hürü Ana böyle bir ölüm karşısında kalsaydı bunca alçaltır mıydı kendi kendini, canını bağışlayacaklarını da yüzde yüz bilse? Ya Topal Ali? Topal Ali deyince ikirciklendi. Sonra da birden pişman oldu Topal için böyle düşündüğüne. Topal hiçbir zaman, hiçbir koşulda kendisini alçaltamazdı. Benim canım söz konusu olunca da yalvar-maz mı, diye düşündü, o adama, beni öldürecek olana? Burada ikircikliydi, kesin bir şey düşünemedi. Ah, şimdi Ferhat Hoca olsa da bütün bunları ondan sorsaydı... Mahpustaki Hocayı düşününce yüreği sızladı. Hocacık, o yumuşak, ipek gibi adam şimdi ne yapıyordu acaba orada, onu aşağılıyorlar mıydı, Yoba-zoğlu içerde ona gereğince hizmet edebiliyor muydu, Seyran onlara giyecek, para, yiyecek götürebiliyor muydu? Hoca içeri girer girmez sigarayı terk etmişti, oysa o sigara içmeyi ne kadar çok sever, bir sigaraya sarılıp dumanı içine çekerken gözlerini yumup kendinden öyle bir geçerdi ki... Niçin sigarayı bıraktı acaba? Şimdi Hoca içerde o güzel sesiyle gürül gürül Kuran okuyor, bütün ayetleri de bir bir mahpuslara açıklıyordu. Hoca için bu dünyada akıllı, deli, büyük küçük yoktu. O, herkesle yürekten konuşur, akıllı da, deli de, yaşlı da, çocuk da ondan nasibini kendi yeteneğince alırdı. Ferhat Hoca duyunca ne derdi acaba, o gene iki kişiyi öldürmüş, gene dağlara düşmüş, gene ölümle karşı karşıya gelmişti. Ama o öldürdükleri şimdi onun ardındaydılar ve kanma susamıştılar. Neyi halletmişti? Vayvay köyü kurtulmuş muydu, Ali Safanm yerine bir başkası gelmeyecek miydi, Kel Hamzanın da yerine? Öyleyse bu savaşım ne içindi? Bundan sonra ne olacaktı, şu anda gideceği bir
16
yer bile yoktu. Ve candarmalar şimdi onu belki dört bir yandan kuşatmışlardı. Köylüler, onun parmağının ucunu görseler hükümete haber vermezler miydi? Uzak yemyeşil ince bir yoldan, çelik mavisi kıvılcımlı pembe çiçekleri bir bulut gibi ağmış kevenlerin arasından, yukardan aşağıya, sırtlarında filintalar, arka arkaya, karınca katarları gibi sıralanmış köylüler iniyorlardı, sayısız. İniyor, Alidağmın önündeki düzlükte toplanıyorlardı. Ferhat Hoca bir tepenin üstüne çıkmış Kuran okuyor, ardından da açıklıyordu. Sonra da boynunu uzatarak, gırtlak kemiği inip kalka kalka insanlara yürekten, kendi sözlerini söylüyordu. Ve diyordu ki, hiçbir umarsızlık elimizi kolumuzu bağlamamalı. Savaşmak haktır. Sonra da kalabalık seller gibi Toroslardan, ormanlardan, kayalıklardan, sel yataklarından aşağıya, Çukurova düzüne iniyordu. İniyor, Anavarza ovasını, Yılankaleyle Dum-lu arasını, oradan Kozan altını, oradan Misisi, İncirliği, oradan da Akdenize kadar o ovaları dolduruyordu. Kalabalık koca Çukurova düzünde sessiz bir deniz gibi dalgalanıyor, susuyordu. Anavarza kalesinden Ferhat Hoca gök gürler gibi konuşuyor, güzel, akıllı, kanatlı sözler söylüyordu. Onun büyüsüne kapılan kalabalık da şehirler üstüne yürüyordu. Ferhat Hoca durmadan konuşuyor, onları yüreklendiriyor, kalabalık da bir sele kapılmışçasma durmadan akıyordu. Bütün Çukurovanın göğünü bir toz bulutu kaplamıştı.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:03 pm

Kalabalık şehirleri, köyleri içine alıyor, şehirler, köyler kalabalığın içinde yitip gidiyordu. Yüce bir dağın yamacında yanan, köz gibi bir sıcağın içinde kalan Memed, yukardan kopan bir sele kapılıyor, kökünden sökülmüş ağaçlar, kayalar, taşlarla birlikte sürüklenerek aşağıya hızla iniyor, sular onu yutuyordu. Ferhat Hoca da, "Kurtarın, kurtarın o sellerin alıp götürdüğü kişiyi, İnce Memeddir o, amanın kurtarın onu," diye bağırıyor, kimsecikler de onun bağırmasına çağırmasına aldırmıyordu. Kalabalık donmuş kalmıştı. Faltaşı gibi açılmış gözlerle ona bakıyorlar, yerlerinden kıpırdamıyorlardı. At ayaklarının tapırtıları geliyordu çok uzaklardan. Ferhat Hoca kulağını yere dayamış dağların arkasını dinliyordu. At ayaklarının tapırtısı gittikçe yaklaşıyor, çoğalıyordu. Atlılar geldiler geldiler, Memedin başının üstünden doludizgin geçtiler. Atlılar geliyorlar geliyorlar, Memedin üstünden doludizgin
17
akıp gidiyorlardı. Memedse başını bir türlü kaldıramıyordu. Ortalığı kurşun geçmez bir karanlık basmış, göz gözü görmüyor, soluk da aldırmıyordu. Atlılar bir dursa da Memed bir başını kaldırabilseydi... Karanlığın üstüne kırmızı sası sası kokan bir kan şorluyor, Ali Safadan, Kel Hamzadan şorlayan kan hiç durmuyordu. Kanın altından candarmalar ve Faruk Yüzbaşı çıkıyordu. Öfkeli gözleri, kırmızı çizmesi, yalım gibi saklayan kırbacıyla... Birden, üstünden geçen at ayaklarının sesi kesildi, kalabalık çekildi gitti, karıncalar da yuvalarına çoktan dönmüşlerdi, kan yağmuru durdu, Ali Safa Bey, Kel Hamza gözleri, ağızlan kocaman kocaman açılmış öyle ortalıkta kalakaldılar. Sessizlikten de beter, çm çın öten bir sessizlik ortalığı alıverdi. Memed, uçsuz bucaksız, mağrıptan maşrıka kadar silme bir düzlüğün ortasında kalıverdi. Üstüne çok mavi bir gök bütün ağırlığıyla usul usul iniyordu. Memed o yana kaçıyor, üstüne inen yoğun, mavi bir mermer taş gibi ağır gökyüzünün altından kurtulamıyordu. O yana kaçıyor kurtulamıyor, bu yana kaçıyor, sağa sola... Ortalıkta dört dönüyor, bu, ovanın üstüne kapaklanmış gökyüzü ona soluk aldırtmıyordu. Gökyüzünün bir yanı denize iner, derin suyu bütün ağırlığıyla ezerken, tepeler, dağlar, kayalar, ağaçlar dümdüz olurken, orman titredi, sallandı, ağaçları yattı yattı kalktı, büyük gıcırtılarla. Dünya çatırdamaya, yer yerinden oynamaya başladı. Memed de oturduğu yerden tam bu anda ayağa fırladı. Az ilerisindeki at kulaklarını dikmiş, başını kaldırmış, ormanın derinliklerine bakar gibiydi. Sonra birden eşinmeye başladı. Ardından şaha kalktı. Fokurtularla burnundan soluyor, eşiniyor, tepmiyor, yularını koparıp kurtulmaya uğraşıyordu. Memed, yarı uykulu, yarı uyanık, yarı düşte kulak verip ormanı dinledi. Karanlık iyice çökmüş, orman koygun koygun uğulduyor, o tek başına uzaklarda öten kuşun sesi gene geliyordu. Ortalıkta atı böylesine tedirgin edecek hiçbir şey yoktu ya, böylesi soylu atlar kırk günlük yolda yaprak kıpırdasa sezerler, burun delikleri alabildiğine açılırdı. Tetikte olmak gerekti. At da gittikçe azgmlaşıyor, yerinde dura-mıyordu. O eski, kendi yöresinde dönme deliliğine iyice kapılıp gitmişti. Şimdi yularından kurtulsa varır şu alanda durur, kendi yöresinde bir topaç gibi döner dururdu. Biraz daha vakit
18
I
geçerse azgın ata yaklaşmanın hiçbir olanağı kalmayacaktı. Me-medin apış arası, bacakları koparcasma ağrıyordu. Günlerce yol yürüdüğü halde bacakları hiçbir zaman böylesine hamlamamış, bedeni hiç böyle taş gibi ağırlaşmamıştı. At gittikçe azgmlaşıyor, yuların çevresinde dönüyor, ön ayaklarıyla havayı dövüyor, burnundan, fokurtusu ta uzaklardan duyulacak biçimde soluyordu. Memed artık hiçbir şey düşünemezdi. Birden yerinden fırlayıp yuları çalıdan çözdü ata atladı, geldiği yöne dönüp Alidağma doğru sürdü. Hızla giden at, bir sel yatağını geçerken ürküp olduğu yerde direkledi. Memed az daha yere düşüyordu, zor kurtuldu. Atın başını ormana çevirdi, ormana hızla girdi. Yanından yönünden su gibi orman akıyor, gittikçe hızlanan atın yeli onu bir hoş üşütüyordu. Kulağının dibinden de kurşun seslerine benzer, cıv cıv, birtakım sesler geçiyor, üstüne yapraklar dökülüyor, bazan yumuşak, bazan da sert, onu sarsacak, öbür yana yatıracak kadar sert dalları sıyırıyordu. Kulaklarındaki uğultu artarken uzaktaki kuşun sesi de yaklaşıyordu. Kısılmış gözlerinin ucuyla yanda bir ışık gördüğünü sandı, bir anda da orayı geçti. Bir ışık, ardından bir ışık daha, bir, bir ışık daha...
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:03 pm

Belli belirsiz ışıkları ardı ardına geçiyor, ışıklar biribiri üstüne yıkılıp karman çorman oluyordu. İncecik bir çiğirden gittiğini, üst üste küçük suları geçtiğini biliyor, nerede olduğunu az çok kestiriyordu. Belinin ortasına az önce giren sancı da onu kıvrandırıyordu. Bir süre sonra sancının geçtiğini anlayınca sevindi. Atı tekmelemenin hiçbir gerekliği yoktu. At, boynunu alabildiğine uzatmış, burnundan gürültülü sesler koyvererek yönünü doğrultmuş gidiyordu. Atın da, kendisinin de ter içinde kaldığını anladı. Gittikçe bütün bedeni uyuşuyor, atın böğürlerini sıkan bacakları feldirdiyordu. Böyle uyuşmuş, atı ne kadar sürdüğünü bilemeden gidiyor, at küçük suları, hendekleri, önüne gelen kütükleri, küçük kayaları, sel yataklarını atlarken yanına, başına, sırtına dallar sert sert vururken altındaki atm farkında oluyordu. At biraz yavaşlayıp da ayaklarında da bir suyun serinliğini duyunca, ormanı çıkmakta olduğunun farkına vardı. Birdenbire de, binlerce kuşun hep bir ağızdan vıcırdaştığmı duydu. Demek tanyerleri ışıdı ışıyacaktı. Suyu geçerken doğu sandığı yöne başını çevirip baktı. Yıldızlar
19
a».
silinmiş, gök belli belirsiz ağarmaya başlamıştı. Kuş vıcırtılan da gittikçe, kulağını sağır edercesine, artıyordu. Sığırcıklar, diye gülümsedi kendi kendine. Önlerine büyük bir kaya çıkınca at bir an durdu, bekler gibi edip sonra da koşmasını sürdürdü. Kayanın yanı yönü, ağaçları göğe ağmış, her ağacın gövdesini üç adam el ele verse çeviremez eski bir ormandı. Memed bu ormanı çalı çalı biliyordu. Burada geçen eski günleri olduğu gibi gözlerinin önüne gelince gevşedi. İçinden ince bir umut, bir sevinç ışığı geldi geçti. Az sonra ormanı çıkacak, uçsuz bucaksız, ağaçsız yamaçtaki pınarların başına konmuş Yörük çadırlarına varacaktı. Çoğunlukla Kerimoğlunun obası konardı buralara... Kerimoğlu obası daha da çok dağın gündoğusundaki geniş, doruğu kılıç gibi keskin kırmızı mor kayalığın dibindeki gür kaynağın başını yurt tutardı. Ya Kerimoğlu obası başka yerdeyse, ya onu öteki Yörükler yakalarlar da candarmaya teslim ederlerse? Ya?.. Bu anda kendini düşünmüyor, bileğindeki kelepçelerle güzel, hüzünlü gözlü, ince, kıvırcık kara sakallı Ferhat Hoca gözlerinin önünden hiç gitmiyordu. At biraz yavaşlamış, Me-medin düşünceleri de daha açılmış, atın ayağının düzgün tapırtılarına uymuştu. Şimdi Ferhat Hoca olsaydı-, ya da Koca Süleyman, ona yol gösterirler, Yörüklere güvenilip güvenilmeyeceği-ni ona söylerlerdi. İçini dehşet bir korku sarıp atın başını birden geriye çevirip, köpük içinde kalmış atı daha hızlı geldiği yöne sürdü. Biraz önce geçtiği çayın serin suyu ayağına değince kendine geldi. At çayın içinden geriye döndü. Gene o kayaya geldiler. Kuşlar daha çok, bütün ormanı doldurmuş binlerce, on binlerce dallara üst üste konmuşlar vıcırdaşıyorlardı. Atın başını çekti, gökyüzü usuldan ağanyordu, ince bir mavi gökyüzünün oralarda uçuşuyordu, at yorulmuştu, kendiliğinden durur gibi oldu. Azıcık sonra Memedin içindeki korku büyüdü, onu kılıçla çarpar gibi çarptı, derinden sarstı. At yeniden geriye dönüp çaya geldi. Çayın suyunun serinliği onun ayaklarına, ayak bileklerine değmeden önce o çayı gördü. Hayal meyal suya benzer bir koyu karanlık önünden akıyor, ormanın kuytusunda yitip gidiyordu. Aşağılardan da bir çağıltı geliyor, küçücük bir çağlayanın çığıltısını duyuyordu. At bu sefer de kendiliğinden geriye döndü. Böyle bir süre gidip geldikten sonra kayalığın
20
tam ucunda bitmiş, dalları gürleyen ulu bir ağacın altında durdu. Memed hiçbir şey yapmıyordu. At da, kendisi de bitmişti. At az sonra kulaklarını düşürüp sağ arka ayağını karnına çekti. Memed de atm boynuna doğru eğilmiş, onun boynundan fışkırmış köpükleri koklar gibi öyle kalakalmıştı. Bir süre durumlarını bozmadan öylece oldukları yerde kaldılar. Atm terli boynundan acı bir koku geliyordu. Birden sert bir sesle irkilen at ürker gibi yaptı, kulaklarını dikip ortalığı dinledi, sonunda da aldı yatırdı. Çıldırmış gibi cıvıldayan kuş seslerinin arasından geçtiler, geniş, iki yanında pespembe ağın ağaçlarının çiçeğe durduğu çakıltaşlı kuru bir dereye indiler, çıkarlarken sol yandaki ağaçların arkasından gelen bir yaylım ateşiyle karşılaştılar. At bir yassıldı, ardından da sağa vurup çakıltaşlarınm üstünden kayarak koşmaya başladı. Öndeki kıvrımı, küçük burnu dönerlerken Memed, sağ küreğinin altında acıya benzer bir şey duydu. Acının az altında ona benzer bir acı daha... Bir de kalçasının tam üstünde daha da belirli bir başka acı...
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:04 pm

Atın boynuna yatmış, at onu dereye yukarıya götürüyor, Memedin sırtındaki acılar belli belirsiz artıyordu. Arkadan da bir ses durmadan, "İnce Memed, İnce Memed, bu sefer elimden kurtulamazsın, bu sefer elimden, elimden, elimden..." diye yineliyordu. "Bütün orman sarıldı, sarıldı." At yumulmuş çalıların arasından, sık ormanların içinden geçiyor, çakıltaşlı kuru dereye iniyor çıkıyor, Memedin burnuna kuru yarpuz, çamsakızı kokusu, bir de yaş bir odunun duman kokusu geliyordu. Arkalarda, kayalığın ardında kalanlar da ateşlerini kesmemişler, ha bire kurşun yakıyorlardı. Tanyerleri ışımaya, ağaçlar, otlar, çiçekler seçilmeye başlamıştı. At bir düzlüğe çıktı. Bir sürü çan sesi, insan sesiyle karşılaşınca bir an durdu. Ayaklarının dibinden dağın doruğuna kadar, çıplak yamacı içinde çakan mavi kıvılcımlarıyla balkıyan pespembe açmış keven dikenleri baştan aşağı sarmış, doldurmuş, tanyerlerinin dumanları içinde tütüyordu. Memed ortalığı dinledi, kurşun sesleri kesilmişti. Atı ormana döndürecek hali yoktu. Karşıdaki kırmızı, mor, doruğu kılıç gibi keskin ipileyen kayanın ardından birkaç mavi dumanın havaya süzül-düğünü görür gibi oldu. Başında dünyanın bütün kuşları vıcır-daşıyordu. Omuzundan göğsüne, oradan da karnına ılık bir ka-
21
nın aktığını duydu. "Eyvah Ferhat Hoca," diye söylendi, "kader böyle imiş." Sonra birtakım insan sesleri geldi kulağına. Yukardan aşağıya da kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu sessiz, ayaklarının ucuna basa basa, çıt çıkarmadan bir kalabalığın indiğini gördü. Önlerinde de, başını önüne eğmiş Ferhat Hoca... Bütün bedeni tepeden tırnağa sevince kesti. Gözlerini iyice açıp keven dikenlerinin balkıyan pembe bulutu arkasından dingin, ağırbaşlı gelen Hocayı bir daha görmek istedi ama, gözlerini bir karanlık perdesi örttü. Tam bu sırada da atın üstünden kayarcası-na yere sağıldı, boylu boyunca çoban yastığı da dedikleri keven dikenlerinin üstüne uzandı.
Bir süre onun başında bekleyen atın gözlerine doğru ötelerden bir yalım sünüp geldi. Yalım uzadı, kısaldı, çoğaldı. Sesler, gürültüler, ayak tapırtıları da arttı. Kulaklarını dikip bir süre bekleyen at birden ileriye fırladı. Keven çiçeklerinin üstünde, bir harman yerinde döner gibi halkalar çizerek, çizdiği halkaları da gittikçe küçülterek dönmeye başladı. Bir süre de topaç gibi kendi yöresinde döndükten sonra görkemli, büyük gözlü başını, güzel kulaklarını dikerek kaldırdı dağın doruğuna baktı, ardından da doludizgin oraya doğru aldı yatırdı.
22
Dün geceden bu yana, daha kurşun sesleri duyulur duyulmaz Ali Safa Beyin avlusu insanla dolmuştu. Kara haber en uzak köylere kadar ulaşmış, yakın köylerin ağıtçı kadınlarının bir kısmı çoktan gelmişler, işlerine başlamışlardı bile. Ali Safa Beyin kanlı ölüsü başında ağıtlarını söyleyerek ığranıyor, ölüyü göklere çıkarıyorlar, onun görkemli yaşamını, iyi niteliklerini, insanlığını sayıp döküyorlar, onu öldüren eli kanlı, yüreği kara İnce Memedi de yerin dibine batırıyorlardı. Memedi candarma-lar az sonra yakalayacaklar kasabaya getireceklerdi. Arif Saim Beyle Taşkın Bey onu caminin avlusundaki çınar ağacına bağlayacaklar, Ali Safa Beyin hatununun, kardeşlerinin, akrabalarının, tüm kasabanın gözlerinin önünde onun diri diri derisini yüzeceklerdi. Onu, o kan içiciyi, o din düşmanını bu kartal gibi beyler yaşatırlar mıydı hiç? Kesmez, doğramazlar mıydı onu? Bari Ali Safa gibi bir yiğidi, bir çiftlik sahibini, hükümetin gözünün bebeğini de öldüren de keski bir insan olsaydı. O, İnce Memed dedikleri de fıkara, yalınayak, kabak yiye yiye karnı şişmiş, boyu bir karış da, boynu çöp gibi ince, gözleri pörtle-miş, karıncadan ürken bir öksüz köylü. Böyle bir yiğidi, Ağayı, adamoğlu adamı da vuran, fakir fıkaranm sığıncasmı da öldüren bir adam olsa, bir sümüklü de bir sürgün oğlan... İnsan gibi bir insan olsa Ali Safa Beyi öldüren de insanın yüreği yanmaz...
Avludaki kalabalık bir anda çoğalmış, avludan yola, yoldan da aşağıya, caminin avlusuna taşmıştı. Kalabalık öğleye doğru bütün çarşıyı, çarşının altındaki alanı doldurmuş, ora-
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:04 pm

23
î ¦ İV
dan da suyun kıyısına kadar inmeye başlamışlardı. Atlar, arabalar, kağnılar suyun kıyısındaki pazaryerini doldurmuşlardı.
Ölüyü bir kısım akrabaları, kasaba ileri gelenleri hemen gömdürmek istiyor, Safa Beyin karısıyla, Karadağlıoğlu Murta-za, Çoymakzade Bekir, Taşkın Halil Bey, Muallim Rüstem Bey buna razı geliniyorlardı. Ötekiler, yazıktır, hava sıcak, ölü daha şimdiden şişti, koktu, diyorlar, berikilerse, koksun, şişsin ama, onun kanlı ölüsünü cümle alan görsün, böyle kutsal bir ölünün cenaze törenine bütün insanlar katılsınlar, diye dayatıyorlardı.
Karısının dediği oldu ve ölü ertesi gün bile gömülmedi. Kasabada ne kadar kolonya bulmuşlarsa, çarşıda, evlerde hepsini getirmiş, Ali Safa Beyin kutsal ölüsünün üstüne bir güzelce boşaltmışlardı. Ölü gene de şişmiş, davul gibi olmuş, kokusu da evden, avludan taşıp ta aşağılara, çayın kıyısına, pazaryeri-ne kadar ulaşmış, şişmiş ölü kokusu suya, ağaçlara, toprağa, insanların bedenlerine sinmişti. Bu arada cenaze törenine de milletvekili Arif Saim Bey, candarma alay komutanı, Adana Vali yardımcısı, öteki ileri gelen memurlar, Ali Safa Beyin Adanada-ki büyük çiftçi arkadaşları, Kozandan, Osmaniyeden, Ceyhan-dan eski Türkmen Beyleri, daha bir sürü insan gelmişlerdi. Karadağlıoğlu Murtaza Ağa ortalığa düşmüş dövünüyor, inliyor, önüne gelenle konuşuyordu.
"Öldürdü," diyordu, "öldürdü bir karış boylu da, armut boyunlu öksüz İnce Memed, Ali Safa Bey gibi bir aslanı. Öldürdü arkadaşlar, akrabalar, hısımlar. Öldürdü koca İstiklal Savaşı yiğidini, Tufan Paşanın, Doğan Paşanın arkadaşını. Buna yürek nasıl dayanır. Kokuttu ölüsünü de bu sarısıcakta. Buna da yürek hiç dayanmaz. Daha önce de Abdi Ağamızı öldürmüştü. Beş köyün ağasını, dinimizin direğini. Onu da böyle, kasabamızı basarak öldürmüştü. Fıkarayı ala gözlerinden kurşunlayarak... Daha kimleri, kimleri öldürmedi bu İnce Memed... Han-çeriyle Ağa kadınlarının karnını deşip bebeklerini dışarı çıkarıp, ölü bebekleri de nişan tahtası yapıp kurşunluyormuş. Zenginlere böyle yapıyormuş, o neysem ne, ya fıkaralara ne diyelim, onların da kızlarının, karılarının ırzlarına bir iyice geçtikten sonra kellelerini kesip kazıklara çakıyor, onları da yollar boyunca diziyormuş. Şimdi buradan dağlara gitmiş, Çiçeklidere-
24
sine, İstiklal Mücadelesi kahramanımız Çiçekli Mahmut Ağayı öldürmeye. Ahdetmiş o İnce Memed, işte bu söylüyor, bu. Bu namlı Topal Ali ki, gökte uçan kuşun yerdeki izini sürer. Bu Topal Ali ki Abdi Ağanın has bir adamıydı. Bu Topal Ali ki, o kafir bunun eline bir geçerse etini kebap edecek. İşte bu Topal Ali ki, bu bile onunla başa çıkamadı."
Eliyle önüne gelene gösterdiği, övgülere boğduğu Topal Ali başı önünde, derin kederlere gömülmüş, onun sağ başından bir adım gerisinde, gözleri yaş içinde kalmış yürüyor, övgülere ilgisizmiş gibi yüzünde en küçük bir kıpırdama, değişiklik olmadan Ağasını dinliyordu.
"Candarmalarımız yetişmezse oraya, o Çiçeklideresine gidene kadar, Çiçekli Mahmut Ağa da, İstiklal Mücadelesinin göğsünü düşmana karşı tunç siper etmiş yiğidi de ölecek. Öteki tunç siper göğüslü Ağalar da... Kadınlarımız, vay kızlarımız... Sonra İnce Memed arkasına taktığı ipten kazıktan kurtulmuş, ipe kazığa müstahak canavar kişilerle dağlardan inecek, önce bizim kasabamızı basacak, sonra Adanayı, Mersini, Kozam, tüm Çukurovayı alacak... Hepimizin bir bir derimizi yüzüp, kellemizi kesecek. Vay avratlarımıza, vay kızlarımıza, vay tarlalarımıza... Vay vay vay başımıza gelenlere... Biliyorum, o bütün Çukurovayı alsa da, biz gene İstiklal Mücadelemizde olduğu gibi Fransızları bu vatanın harimi ismetinde, Toros dağlarında nasıl boğmuşsak bunu da, bu İnce Memedi de öyle, öyle boğacağız."
O böyle konuştukça Topal Ali bir duruyor, bir tuhaf tilki gözleriyle kaşlarını yukarıya kaldırıp ona yandan şöyle bir bakıyor, hemen o anda da yürümeye başlıyordu.
Karadağlıoğlu Murtaza Ağanın durumu gerçekten kötüydü. Bütün bu söylediklerine yürekten inanıyor, İnce Memedden ödü kopuyor, bu kan içici, bu canavar adamdan dolayı gözlerine uyku girmiyordu. Hele Ali Safanın öldürüldüğünü de duyunca iyice zıvanadan çıkmış, kendisini bir ölüm korkusuna kaptırmıştı. Tek sığmcası, güvenci, sarıldığı tek dal Topal Aliydi. O da olmamış olsaydı Karadağlıoğlu Murtaza Ağa çoktan korkudan çıldırmış, dağlara düşmüştü. Topal Aliyi yere göğe koyamıyor, onu bir an için bile olsa yanından ayırmak istemi-
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:05 pm

25
yordu. O yanında olmayınca bir korku karanlığının, boşluğunun içine yuvarlanıyordu. Aliye inanıyordu. Eğer Ali candarma karakoluna vardığında, "yetişin, yetişin, İnce Memed Ali Safa Beyi öldürmeye gidiyor," diye bağırdığında candarmalar harekete geçmiş olsaydılar, Ali Safa Bey şimdi yaşıyor olurdu, aaah, yaşıyor olurdu... Topal Ali ağlamış, inlemiş, kendini paralamış, candarmaları bir türlü yerinden kıpırdatamamıştı. O elinde çıplak filinta, çıplak ata binili İnce Memed de gitmiş Ali Safa Beyi öldürüvermişti. O sebepten Topal Ali bir yiğit, bir fedakar kişi, bir güvenilir adamdır. O her şeyi, dağları, ovaları, kurdun kuşun yattıkları yeri, tekmil insanların yüreklerini bilir.
"Ben yılanın başı daha küçükken ezilmelidir, diye çok söyledim. İşte ezilmedi. İşte, koskoca yedi düvelle, on beş devlet-ül azimeyle dövüşmüş ve hem de onların ocağına incir dikmiş koskoca Türkiye Cumhuriyetini parmağına takmış oynatıyor. Parmağına, parmağına, ve hem de parmağının ucuna... Şimdi eğer biz bir orduyla yarından tezi yok dağları sarmazsak ve hem de o İnce Memedi ve hempalarını derakap yakalamazsak bu iş büyüyecek, bütün dağlara, oradan da tüm Anadoluna yayılacak, ondan sonra da bu baldırıçıplaklarla hiçbir zaman başa çıkılamayacak. Yoktan var ettiğimiz, düveli muazzamanın o kokmuş ellerinden aldığımız gül gibi vatanımız yok olacak. İşte bu, işte bu izci Topal Ali yiğidimiz olmamış olsaydı, zaten bu vatan çoktan elimizden uçmuş gitmiş, kellelerimiz dahi sırıkların ucunda köy köy dolaştırılmıştı."
Murtaza Ağa dudakları uzayarak, titreyerek, ter içinde kalarak konuşuyor, yırtınıyor, bağırıyordu. Arzuhalci Siyasetçiden Kaymakama, Kaymakamdan Taşkın Halil Beye gidiyor geliyor, kasabanın içinde, kalabalığın arasında dört dönüyordu.
Arzuhalci Siyasetçi önünde daktilosu, başında da Ağalar, durmadan Adanaya, Ankaraya telgraflar yazıyor, posta müdürü de bekletmeden o telgrafları üst üste Adanaya, Ankaraya çekiyordu. Siyasetçi hem telgrafları yazıyor, hem de bir yandan dili diline dolaşarak konuşuyordu:
"Ancak bir alay bu adamla baş edebilir. Bir tümen asker. Şimdi Torosta her çalı bir İnce Memed olmuştur. Murtaza Ağa efendimizin hakkı alisi var ki var derim size."
26
Ve bunu her söylediğinde de Murtaza Ağa onun cebine gizliden bir on lira atıyordu. O da yalnız Murtaza Ağa gözükünce dükkanının önünde, ne konuşursa konuşsun, hemen sözünü kesiyor, "Murtaza Ağa zatıalilerinin dağlar kadar hakkı var, Torosta her çalı bir İnce Memed oldu daha şimdiden," diye bağırıyordu. "Bu vatanı onlara, o çarıklı köylülere payimal ettirmeyeceğiz. Değeri bin altın eden her adamımızı boğazlıyorlar, o ayak yalınlar, ama görecekler, Ankaradan bir alay gelin-
ce...
Bir yandan da ter içinde kalarak ardı arkası gelmeyen arzuhallerini yazıp başında bekleyen adamlardan birisine veriyor, para pusulasını yazıp masasının çekmecesine, içinden İnce Memede dualar ederek atıyor, yeni bir arzuhale de hemen başlıyordu.
Arzuhalci Deli Fahriyeyse Ağalardan hiç kimse uğramıyor-du. Deli Fahri de, dükkanı fabrika gibi işleyen Siyasetçiye yan gözle bakıyor, Ağalara, Siyasetçiye basıyordu küfürü.
"Gelmezler, gelmezler bana. Onlar bana düşman oldular. Çünküleyim ki ben İnce Memedin Hatçesini bir arzuhalle mahpustan kurtardım. Çünküleyim ki gül yüzlü, Allah adamı, mahpusanedeki adı güzel, kendi güzel Ferhat Hocanın arzuhalini yazıyorum. Çünküleyim ki, benim mermer taşa geçen arzuhallerim onu kurtaracak. Yalan, Ferhat Hocanın adam öldürdüğü... İftira ediyorlar Allahm ermişine... Yalan, İnce Memedin adam öldürdüğü..."
Dükkanın önündeki kalabalık kaynaşınca da Deli Fahri çok ileri gittiğini anlıyor, sözünü değiştirir gibi ediyor, sonra kendini yenemiyor, yeniden veryansın ediyordu.
"Belki, belki," dedi, "Ali Safa Beyi öldüren İnce Memeddir, belki. Belki Safa Beyin hakkını yediği bir ırgat, belki de tarlasını elinden aldığı bir köylü öldürmüştür. Nedir bu şamata, bu rezalet... Bir insan için Ankaradan bir ordu çıkarmışlar, bir insan için kocaman bir orduyu buraya getirmek günah değil mi? Bir koca ordu bir tek İnce Memedi nerede bulur ki? Çok insanın, çok fıkara köylünün canını yakacaklar, çok..."
Tam bu sırada Murtaza Ağanın başı dükkanın kapısının ardından çıkıverdi:
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:05 pm

27

"Ulan köpek, deli köpek," diye bağırdı. "Şu parmağımı, şu iki gözüne sokunca pörtletiveririm." Parmağını bir ok gibi onun gözüne uzattı. Fahri sakmmasaydı Ağanın parmağı onun gözünü çıkaracaktı, öyle sert, hızlı gelmişti parmak onun gözüne doğru. "Sus köpek."
Deli Fahri sapsarı kesilerek:
"Aman Ağam sustum," dedi. Sonra da boynunu büküp: "Ben ne dedim ki," diye ekledi.
"Ne dediğinin hepsini duydum köpek," diye gürledi Mur-taza Ağa, öfkeden boyun damarları şişerek... "Ulan bu konuştuklarını bir hükümet adamı duysa seni ipe çekerler ulan, hem de derakap... Hem de şu meydandaki şu ağaca, derakap. Ulan senin o sarhoş kulakların ne dediğini hiç duymuyor mu ulan?"
Deli Fahri ayağa kalkıp boyun bükmüş, iki büklüm olup ellerini de göğsüne kavuşturmuştu.
"Aman Ağam, aman eline ayağına düştüm, elaman Ağam... Tövbe, tövbe... Siz de bana hiç arzuhal yazdırmıyorsunuz ki... Hep Siyasetçi, hep Siyasetçi... Zengin oldu Siyasetçi... Sabahtan beri hep o yazıyor, hep o..."
"Sus! Daha konuşuyor uyuz köpek, sus!"
"Sustum Ağam... O kafir İnce Memed diyordum Ağam, bu akşam değil de, yarm akşam dağdan yüz on bir adamıyla inecek, bizim gül kasabamızı yakacak, diyordum. Sor sor, işte şun-ların hepsi duydu." Dükkanın önündeki köylülere yalvarırcasına baktı. "Söyleyin kardaşlar, ben öyle demiyor muydum?"
Murtaza Ağa:
"Neee?" diye telaşlandı. "Sen nerden aldın bu haberi?"
Deli Fahri rahatladı:
"Ben duyarım, hem de çok sağlam yerlerden."
"Dur öyleyse," diye yöresine bakındı Murtaza Ağa. Gözüne kestirdiği yaşlı köylüye: "Sen gel buraya," dedi. Köylü onun yanma doğru kalabalığı yararak yürüdü.
"Buyur Murtaza Ağa."
"Sen şimdi Fahri Efendinin yazacağı telgrafı Ankaraya çekeceksin. Okuryazarlığın yoksa parmak basacaksın."
Fahri hemen sandalyasına çöküp kağıdı makinaya geçirirken:
28
"Sen hiç küsüm etme Ağam," dedi. "Ben telgrafı bir donatırım ki, Ankaranm dağı taşı ve de Mustafa Kemali ve de ordusu, candarması hep dile gelir."
"Ne yazacaksın?" diye yumuşayarak sordu Murtaza Ağa.
"Aman Murtaza Ağa Efendim, aman yüksek Beyim, Deli Fahri ne yazacağını bilmez mi?"
"Ne yazacaksın?" diye gene sertleşti Murtaza Ağa. "Ne yazacaksın?"
Fahri yeniden ayağa kalkıp elpençe divan durdu, telaşlı, kanlı gözleri yuvalarında korkuyla dönerek.
"Ne yazacaksın?"
"İnce Memedin bütün dağları adamlarıyla tuttuğunu... Bütün yolları belleri... Kızların, gebe kadınların... Yetmiş yaşında kocakarıların..."
"Yok olmaz. Onlar hep yazıldı. Başka, başka, başka... Çalıştır kafanı..."
"İnce Memed bu gece emrindeki üç yüz atlısıyla gelerek... Kasabamızı..."
"Oldu," diye güldü Murtaza Ağa. "İşte şimdi oldu. Şimdi sen on kişi daha bul, her birisine bir telgraf yaz, önlerine de düşüp telgrafhaneye götür. Bizim orada hesabımız var, telgraf müdürüne ver o kağıtları... Parmak bastırmayı da unutma. Şu parayı da al..." Eline epeyce yüklü bir para sıkıştırırken de: "Deli kavat," dedi, "az daha, ben yetişmesem, bu deli kafanla sen ipi boyluyordun."
"Baş üstüne Ağam, var ol Beyim, Allah sana zeval vermesin."
Fahrinin paraları tutan eli titriyordu.
Murtaza Ağa oradan hızla uzaklaştı. Arzuhalci de kapıdaki birikmiş kalabalığa bağırdı:
"İçeriye gelin," dedi, "sen sen, sen... Kaçmak yok... Bu telgraflara parmak basmayanın cezası çok büyüktür. Sonra hepimiz cunhalı düşeriz. Bakın, işte şimdi gözünüzün önünde oldu. Az daha ipi boyluyorduk."
On beş kadar sessiz köylü geldiler, küçük dükkana sığıştılar, kağıdı daktiloya geçirmiş Deli Fahri de çatır çutur yazmaya başladı.
29
"Pişman oldular," diye konuştu. "Pişman olup sonunda bana geldiler. O Siyasetçi ne bilir telgraf yazmayı, telgraf yazıp da Ankarayı tavlamayı. Benim telgrafımı Ankarada okuyan her kişi iki gözü iki çeşme ağlamazsa..." Önündeki eski, dökülen makinayı kaldırdı, "Ben de bu makinayı, işte böyle kaldırır taşa çalar paramparça ederim. O Siyasetçi ne bilirmiş arzuhal yazmayı... O, götünün deliğini bile bilemez. Onun arzuhaline eğer Ankara bir tek candarma bile gönderirse, ben de ona anlı şanlı güzel Ankara demem. Şimdi görün bakalım, yarın, ve hem de yarından da daha yakm ordumuz nasıl geliyor da çullanıyor şu Torosların üstüne..."
Yaratarak, gülümseyerek yazıyordu. Arzuhallerinin o yüksek yerlerdeki büyük etkisini çoktandır biliyor, bununla da övünüyordu. Şimdi ne kadar bulabilirse o kadar parmak bastıracaktı. Ve de çok şükür, bu kasabada parmakları olan çok adam vardı. Bir yandan telgrafları özenle yazıyor, bir yandan da eksilen adamların yerine yenisini bulup oturtuyordu. Bu minval üzere Fahri Efendi durmadan akşama kadar yazdı. Eğer Murtaza gelip de:
"Yeter bre Fahri Efendi biraderim, yeter artık, ocağımızı ba-tırdm. Senin bugün yazdığın telgraflara giden parayla alimallah ben bir çiftlik alırdım. Yeter bre Fahri Efendi kardaşım, hiç din iman, insaf denen nesnenin zerresi yok mu sende?" demeseydi, hızını almışken sabahlara kadar yazacaktı.
Fahri Efendi onun bu sözlerine çok kızdı. İçinden, bunlar nankör adamlar, diye geçirdi. Bunlar iyilik bilmezler... Başını kaldırdı, kanlı gözleriyle ona gücenmiş bir köpeğin hüzünlü gözleriyle baktı, yorgun bir sesle de yumuşacık:
"Benim bu yazdığım telgrafları acaba Adanadaki, Ankara-daki, İstanbuldaki bütün avukatlar bir araya gelseler yazabilirler mi? Ben canımı, yüreğimi, ciğerimi koydum bu telgraflara." Küskün, başını geri indirdi.
Murtaza Ağa söylediklerine pişman oldu:
"Tamam," dedi gülerek, "tamam Fahri Efendi arkadaşım. Ne de alıngansın bre ulan..." Sırtına okşarcasma bir tokat indirdi, ardından da usul usul sıvazladı. "Gücenme bre kardaşım."
Fahri:
30
"Ben gücenirim arkadaş," dedi. "Ben çünküleyim ki işimin erbabıyım. Çünküleyim ki şu benim kalemimin üstüne... Bizi mahveden bu sarhoşluk, sarhoşluk..." diye ekledi arkasından. Dudakları büzüldü, yüzü gerildi, gözlerine yaş doldu. "Aaah, sarhoşluk..."
"Bak arkadaş, sana da hiç şaka edilmiyor. Bak arkadaş, şimdi Ankarada yeryüzü gökyüzü senin telgraflarına kesti. Şimdi bütün Ankara o senin her birisi taşa geçen, insanları dil-hun eden o yüce telgraflarından dolayı feryadı figan içinde. Elin dert görmesin, sağ ol, var ol... Yarın da, daha gün ışımadan, aynı faaliyeti hulusu kalbile sürdürmelisin. Ne kadar gücün varsa o kadar yaz. Sen ki bu kasabanın birinci, hem de baş birinci, her arzuhali çeliğe işler arzuhalcisi Fahri Efendisisin, ne kadar biliyorsan o kadar yaz ki, şu İnce Memedin ölüsü bir eşeğin üstüne atılmış kasabaya getirilene kadar yaz. Yaz ki yaz... Ve hem de benim şakalarıma gücenme. İnsan hiç ağası Murta-zaya gücenir mi?"
"Gücenmem," diye güldü Deli Fahri. "Ben senin sözlerine hiç alınır mıyım? Ben hiçbir şeye gücenmem muhterem Kara-dağlızade Murtaza Ağaefendi. Ben sana, velinimetim Efendime, Ağalar sultanına hiç gücenir miyim ki, Allah benim, sana nankörlük edersem, şu iki gözümü önüme akıtmaz mı ki... İyi oldu, çok, çok iyi oldu yazdığım arzuhaller, bu sefer senin yüzünden ve hem de gül yüzünden dolayı birer arzuhal numunesi oldu ki, okuyanın dili boğazına akar şaşkınlığından. İşte bana böylesi arzuhalleri sen, sen yazdırdın. Sana hiç insan gücenebilir mi ki, ağaların sultanı?"
Ayağa kalktı, söylev çeker gibi sağ kolunu ileriye uzattı:
"Bu gece, bu gece, benden arzuhal bekle," diye bağırdı. "Geceler altın sabahlara gebedir. Ve hem de altın arzuhallere... Şimdi ben bu gece hayatım boyunca yazdığım en güzel, en tesirli, en usta arzuhalleri bulacağım, bir de büyük üstatların yazdıklarını göz önüne alarak, akla hayale gelmedik arzuhaller yaratacağım ki okuyanın karnını çatlata. Ve de o İnce Memed canavarını tutalar, ve hem de o kan içiciyi ve de onun ala gözlerine mor sinekler çokuşmuş ölüsünü uyuz eşeklerin ve hem de Çıplak ve uyuz eşeklerin sırtına ataraktan kasabaya getireler. Ve
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:06 pm

31
hem de ve de altmış yedi köyün ortasında onun derisi yüzülmüş ölüsünü ve hem de Kozanda, Kadirli ve hem de Adana vilayetinin tüm köylerinde, Ankaranın, İstanbulun içinde dolaştı-ralar, sonra da oturup Büyük Millet Meclisinin önünde keskin kasap bıçaklarıyla güzel güzel derisini yüzeler."
Fahri Efendi bütün bu güzel, kanatlı ve de görkemli sözleri yaratırken şimşekler çakan gözlerini Murtaza Ağanın gözlerine dikmiş onun beğenisini bekliyordu. Murtaza Ağaysa biraz alaycı, biraz kederli bir yüzle onu dinliyor, arada bir de usuldan, belli belirsiz başını sallıyordu. Fahri Efendi soluyarak yerine oturunca Murtaza Ağa konuşmak zorunluğunu duydu:
"Evet," dedi, "yerden göğe kadar haklısın. İnşallah dediğin olur da şu İnce Memedin derisini yüzerler de ötekilere de ders olur."
"Ders olur," diye ayağa fırladı Deli Fahri, sonra da gene yorgun, soluyarak yerine oturdu. Ardından da hayıflı hayıflı başını sallayıp, "Ah, ah," dedi, "aaah, ah! Ben böyle olacak adam mıydım, ben arzuhalci kalacak kişi miydim... Felek gözün kör olsun, evin yıkılsın Felek... Yerin dibine gömül sarhoşluk ve hem de yoksulluk... Her kötülüğün başı yoksulluk..."
"Kader böyle imiş Fahri Efendi, ne yapalım, kader. İnsanın elinden her kötülük gelir, arkadaş. Bak işte kanı ciğeri on para etmez bir ayağı yalın köylü çocuğu bizim Milli Mücadelemizin en yiğit kahramanını gözünü kırpmadan öldürüyor, sonra da elini kolunu sallaya sallaya dağlarımızda dolaşıp duruyor." Murtaza Ağa bunları ona acımış, sevgi dolu bir sesle söylerken sırtını da usul usul okşuyordu. "Bu kasaba senin bu büyük iyiliklerinin altında kalmayacak. Seni mükafatlandıracak. Sen yeter ki çalış kasabamız için ve de Ankara üstüne ateşe devam."
"Devam!" diye gürledi Fahri Efendi. "Devam ki devam. Ve hem de havan topu ateşiyle ve hem de dağlar aşırı... Yangın yerine çevireceğim Ankarayı."
"Evet arkadaş, çevir ki çevir yangın yerine dünyayı. Senin, benim, vatanımızın ve bilcümle halkımızın, toprağımızın, tekmil mahlukatımızın hayatı büyük tehlike içinde."
Karadağlıoğlu ona biraz daha para uzattıktan sonra kaykı-larak yürüdü, köprü başına doğru gitti. Onu gören köylüler
32
saygılıca hazır ola geçer gibi yapıyorlar, bir köşeye çekilip geçmesini bekliyorlardı. O da göğsü ilerde, başı dik önünden geçtiği köylülere tepeden bir selam verip geçiyordu. Topal Ali de sessizce onun üç adım arkasından geliyordu.
Köprünün üstüne gelip bir süre çok aşağılarda akan çayın sularına baktı. Suyun içinden biribirleri arkasına tirkenmiş kıvrak, ürkek balıkları görünce sevindi. "Daha gözlerim gençliğimdeki gibi görüyor," diye kendi kendine söylendi. "İşte bu iyi," diye de bıyıklarını burdu. Böyle sevinerek bir süre aşağıdaki suya baktı. İnce Memedi düşünüyordu. Niye böylesine düşman kesilmişti bu çocuğa, bu kadar mı korkuyordu ondan, ne gelirdi böylesi kimsiz kimsesiz, üstelik de öksüz, dediklerine göre de boyu küçücükmüş onun, küçücük, okuryazar bile olmayan bir çocuğun elinden? Ateş olsa cirmi kadar yer yakardı. Yakardı ya, bütün dağların, bütün köylüleri tutuyorlardı onu. İşte Ali Safa Bey bu yüzden gitmedi mi? Vayvay köylüleri saklamadı da kim sakladı İnce Memedi, kim öldürttü ona Ali Safa Beyi? İnce Memedin Ali Safayla ne ilgisi olabilirdi ki, durup dururken niçin öldürmüştü adamcağızı? Demek, demek bütün Ağalara düşmandı o. Demek Çukurovadaki her iyi insanın kanına susamıştı. Belki beni de, diye düşünürken Murtaza Ağa, tepeden tırnağa ürperdi. Demek ki benim de kanıma susamış o İnce Memed. O yalınayak köylüler hepimizin kanma susamıştır. Bu İnce Memed eğer o dağlarda bir yıl daha kalırsa olmaz, olamaz. Alıştırır köylüleri. Bize düşman olmaya da alışırlarsa köylüler, işte sen o zaman seyreyle gümbürtüyü. Yıkmadık ev, söndürmedik ocak koymazlar Çukurovada. O köylüler, o dünyanın en ikiyüzlü insanları ellerine bir fırsat geçmesin, derimizi havada yüzerler. Ankarayı böyle telaşa vermek iyidir ve de gerçektir. Yılanın başı küçükken ezilmeli dedik. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. İnce Memed köylüye önder oldu, yetişin imdada dedik, kimsecikler inanmadı. Amanın vatan gidiyor, dedik, kulak asan bile olmadı. Bir oğlancık dediler geçtiler. Alın size oğlancığı, alın işte Ali Safa Beyi de öldürdü. Daha da kimleri öldürecek... Ve kendi öldürülüşünü getirdi gözünün önüne. Soysuz adam, insanlıktan nasibi olmayan bu canavar kurbanlarının tam gözlerinin bebeğine sıkıyormuş kurşunu. Zavallı Ab-
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:06 pm

33
¦'..:«:
di Ağayı da böyle öldürmüştü. Hem de üç saat yalvartarak, Abdi Ağaya ayaklarını öptürerek, yalatarak, onu yerde yılanlar gibi süründürerek. Ali Safa Bey de ona çok yalvarmış, yakar-mış, çiftliklerim, malım mülküm, şu dünyada neyim varsa senin olsun, demiş, bir tek canımı bağışla İnce Memed... Çok ağlamış, zarılamış, diller dökmüş, yerlerde onun ayaklarının dibinde sürünmüş, çarıklarının altını yalamış, o pis çarıklarının, öteki Nuh demiş de Peygamber dememiş. Onu bir gece sabaha kadar yalvarttıktan sonra, tam şafağın yeri ışırken, şu doğan güne bak Ağa, demiş, bir daha göremeyeceksin. Tüfeği gözüne dayamış, çökmüş tetiğe, Ali Safanm da başı bin parça olmuş, başının etleri kemikleri de, dilim dilim, odanın duvarlarına yapışmış. İşte bir tek bunu duysa, Ankara kıyameti koparır, bu vatan batmış der. Öyle köylü telgraflarıyla olmaz bu iş. Bu vatanın altı oyuluyor, şimdi bir tane İnce Memed, yarın iki öbür gün üç... Sonra sonra yüz, iki yüz, üç yüz, bin... İki bin, on bin, yüz bin... Çık çıkabilirsen başa! Her köylü bir İnce Memed kesilir... Böyle düşünerek köprüden aşağıya doğru yürüdü. Yöresindeki köylü kalabalığına korkuyla, öfkeyle, biraz da iğrenmeyle bakıyordu. Allah bunlara kel versin de tırnak vermesin, diyordu. Dosdoğru, koşarcasına Taşkın Halil Beyin konağına vardı, konağın avlusunda otomobiller duruyordu. Buna çok sevindi, yüksek Beyler daha gitmemişlerdi. Onlara söyleyeceği, yürek paralayıcı çok sözleri olacaktı. Taşkın Halil Bey, sen çok konuşma Murtaza, demişti ya, varsın desin. Konuşmamıştı da, kibar konuşmuştu da ne olmuştu? İşte Ali Safa Bey öldürülmüştü. Daha da çok kişi bu canavarın gözlerine sıktığı kurşunlarla can verecekti.
"Sen burada bekle," dedi Aliye. Avlu kapısının yanındaki zeytin ağacını gösterdi. Biraz çekinerek, yüreği çarparak Taşkın Halil Beyin büyük kapısı açık duran konağının merdivenlerine tırmandı. Halil Bey onu merdivenin çıktığı salonun ortasında karşıladı:
"Aman ha aman Murtaza," dedi, "sen sen ol, Arif Saim Bey, Vali Muavini, Candarma Albayı bir şey söylemezlerse İnce Memed lafını açayım deme. Aman ha aman, Arif Saim Bey dün akşamdan bu yana yağıp gürlüyor, adam deli divaneye dön-
müş. Ankara bunu duyarsa bütün Çukurovayı yaktırır, diyor da başka bir şey demiyor. Amanın Murtaza, aman ha usul ol."
"Olur," dedi Murtaza Ağa suratını asarak. "Peki bu İnce Memed ne olacak?"
"Arif Saim Bey onu iş edindi, onun işi tamam artık. Bugün değilse yarın... Sen onun için hiç korkma. Dağlar candarmayla doldu."
"Korkuyorum Halil," dedi Murtaza Ağa. "Ben çok korkuyorum. Hani geçen sefer de Abdi Ağa öldürüldüğünde de tamamdı bu oğlanın işi?"
"Bu sefer tamam," dedi Taşkın Halil Bey. İçeriye girdiler. Murtaza Ağa ceketinin düğmelerini ilikleyip iki büklüm olaraktan önce Arif Saim Beye koşup ellerine sarıldı. Bey elini hızla çekmeseydi öpecekti. Sonra Vali Muavinine geçti. Ardından da Albaya. Odada tanımadığı birkaç adam, üç de candarma yüzbaşısı vardı. Onların teker teker ellerini sıktıktan sonra köşeye geçip büyük pencerenin altındaki ak patiskadan kırmızı gül işlemeleri olan sedire gitti oturdu. Odada ceviz ağacından oymalı boş birkaç koltuk vardı ya, Murtaza Ağa kocaman milletvekilinin oturduğu koltuk gibi bir koltuğa oturamazdı. Böylesi bir davranış saygısızlık olurdu.
Arif Saim Beyin yüzü azgındı. Hep önüne bakıyor, konuşmuyordu. O konuşmayınca ötekiler de konuşamazlardı. Derken Molla Duran Efendi, onun arkasından Mustantık Rüştü Bey, arkasından da Kozanoğlu Fahri Bey ve Tapucu Zülfü geldiler. Arif Saim Bey hiç kimseye başını kaldırmadı, ellerini uzatanların ellerini iki parmağıyla tutup bıraktı. Tapucu Zülfü ge-lincedir ki ayağa kalkıp boynuna sarıldı ve gülümseyerek de sordu:
"Nerdesin be kardeşim Zülfü, ne alemdesin? Çoktandır senden bir haber alamadım. Bizim hanım da üzülüyor, geçen gün Zülfüye ne oldu, diye sorup duruyordu. Sahi, ne oldu sana Zülfü be?"
"İyiyim Bey, bir kederimiz yok Beyim," derken Zülfü onun gösterdiği gül kabartmalı ceviz ağacından koltuğa oturdu, ayak ayaküstüne attı. "Eeee, sen nasılsın Bey arkadaşım. Bizim burada durumumuz iyi. Senden başka bir kederimiz olur mu ki...
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:06 pm

35
Derdimiz günümüz siz Bey kardeşimizi düşünmektir. Hanımefendiye selam söyle, onun mübarek ellerinden öperim. Onunla birlikte diktiğimiz nar ağaçları büyüdü. İnsan başı kadar çok pembe narlar verdi. Narlar o kadar kocaman ki incecik dallar o narları götüremiyor da altına destek koyuyorum. Yakında büyük bir sepet nar göndereceğim ona ki hiçbir narı kesmeye kı-yamayıp Hanımefendi, karşısına koyup onları günlerce seyredecek. Bir parıltılı pembe ki narların her birisi, böyle bir pembe, şafağın yerinde, günün batımında bile yok. Gönderdiğim incirleri aldı mı Hanımefendi kardeşim?"
Gülerek, sevinerek:
"Aldık," dedi Arif Saim Bey. "Aman Allah ben hayatımda böyle incirler görmedim. Eve Aydın mebusu arkadaşımız gelmişti, incirleri gördü, o da hayretinden öyle kalakaldı. Ne Aydında, ne de İzmirde ben böyle incirleri görmedim, dedi. Aman efendim, aman efendim, çok memnun oldum. Hanım da sevincinden göklere uçtu. Bizim Hanım bu Zülfüyü kardeşi gibi sever. Kardeşi ne demek, çocuğu, anası, babası gibi sever. Evet efendim, biz gelelim incirlere. Nah, her birisi bunun kadar." Yumruğunu sıkıp gösterdi. "İşte bunun kadar. Afedersiniz her birisinin kıçından, afedersiniz kıçından şıp şıp bal damlıyor. Bal damlaları ki, her birisi ışıltılı, sarkmışlar sarı, kehribar incirlerin afedersiniz kıçlarından, afedersiniz kehribar. İşte bu bizim Zülfü hergelesi böyle incirler yetiştirir. Narları da göreceğiz, göreceğiz ki ne Fransa, ne Almanya ne de İngiltere böyle narlar yetiştirmemiş, ne de yetiştirebileceklerdir."
"Ne de İtalya," diye onu tamamladı Tapucu Zülfü.
"Ne de İtalya," dedi Arif Saim Bey sevinç içindeki yüzüyle.
Arif Saim Beyin bu Tapucu Zülfüyle hukukları çok eskiydi. Zülfü küçük bir kasaba tapucusuydu ama, anasının gözü bir kişiydi. Sırasında bir kaymakam, bir vali, bir milletvekili kadar etkiliydi. İttihatçılarla çalışmış, sonra Çukurovanm işgalinde Fransız askerleriyle birlikte Adanaya girmiş, Fransız kumandanının yanına bir yaver gibi kapılanmış, işte bu sırada da Adananın bir ilçesinde candarma kumandanı olan Arif Saim Beyi tanımış, onunla kardeş olmuşlardı. Fransızların Çukurovadan çekileceklerini bütün ovada ilk anlayan Zülfü olmuş, işbirliği
36
yaptığı arkadaşı Arif Saim Beye bunu anında bildirmişti. Kozanda üç gün üç gece oturmuşlar, uyku uyumadan, yemek yemeden konuşmuşlar, sonunda da Kuvayı Milliyecilerin saflarına katılmışlardı. Uzun bir süre Fransızların buyruğunda çalıştıktan sonra, her ikisi için de Kuvayı Milliyecilere katılmak kolay olmamıştı. Ama Zülfünün cin gibi aklı her bir zorluğu yenmiş, bunlar da Mülkilerle birlikte savaşa katılmışlardı. Arif Saim Bey almış yürümüş, Başkumandan Paşanın en güvendiği üç adamından birisi olmuştu. Zülfüye gelince o, devletten hiçbir şey istememiş, salt ilçe tapuculuğunu ona yeniden vermelerini istemişti. Ve başta Arif Saim Bey olmak üzere, Toros dağlarında müstevliye karşı kanlarını akıtmışlara, kanlarının karşılığı, her avucu bir kan eder toprakları büyük bir uzmanlık rahatlığıyla pay etmişti. Bu kan pahası topraklardan en büyük pay da Arif Saim Beyle canı biraderi Zülfüye düşmüştü. Fransızlar Çukurovadan çekildikten, Kurtuluş Savaşı bitip yeni hükümet kurulduktan sonra o kadar çok kişi kahraman kesilmişti ki, bunların toplamı Toroslarda çarpışanların belki de on mislini geçmişti. İşte burada da Zülfü, Arif Saim Beyin, yeni kurulan devletin yardımına yetişmiş, kim Toroslarda çarpışmış, kim askerden kaçmış, inanılmaz bellek gücüyle, onları bir bir ayırmıştı. Ve öyle de bir hüneri vardı ki Zülfünün, kim savaşa katılmış, kim yalan söylüyor hemencecik ayırt ediyordu. Eğer Zülfü isteseydi şimdiye çoktan milletvekili, dahası da bakandı. Ama Zülfü bunların hiçbirisini istemiyor, şu küçücük üç bin beş yüz kişilik kasabanın küçücük tapucusu olmayı üne, bütün onurlandırmalara yeğ tutuyordu. O, öyle bir adamdı ki, Arif Saim Beyin bütün yakarılarına, dayatmalarına karşın İstiklal Madalyası için bile başvurmamış, bunu ona Arif Saim Bey bizzat Başkumandana söyleyerek verdirtmişti. Onun bir tek derdi vardı, o da topraktı. Bu verimli topraklarda dünyanın en güzel meyvelerini, çiçeklerini yetiştirecekti. Pamukçulukta da ovada devrim yapacaktı. Ahdetmişti. Bunun üstesinden kesinlikle gelecekti. Bu Arif Saimde de öyle sanıldığı kadar da iş yoktu. Paşanın gözünün bebeği olduğu halde gönderdiği, afedersiniz, kıçlarından kehribar gibi ballar damlayan, afedersiniz her birisinin kıç-lanndaki damlaların üstüne bakanların sureti çıkar, işte böyle
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:07 pm

37
incirleri azıcık yüreklilik gösterip de Paşaya ulaştıramamıştı. Zülfü bu incirleri Paşaya öyle yaranmak, bir şeyler koparmak için göndermemişti Allah bilir, salt, ülkemizde de böyle cennet meyveleri yetişiyor demek için, bu ulusun en büyüğü yürekten sevinsin diye göndermişti.
"Asmalar diktim beyler, her asmayı teker teker aşıladım. Sonra İspanyadan turunç getirtip limon aşılattım. Limon, portakal aşılamak tecrübe isteyen işlerdir, kendime güvenemeyip ta Rodos adasından usta aşıcılar getirttim. Sonra efendim, narları da kendim aşılıyorum. Yakında bütün Akdenizi dolaşıp... Aaah Arif Saim Bey aaah, ah kardeşim, o incirleri Paşaya bir ulaştırsaydın, Paşa Çukurovamn ballı incirlerini bir tatsaydı, ya da o ballı incirleri, afedersiniz, şeylerinden kehribar bal damlayanları hiç olmazsa bir görseydi, belki de bu ülkenin başı olaraktan mutlu olurdu."
Arif Saim Bey sapı altın bastonunu üç kere yere vurarak:
"Paşa senin incirlerini münasip bir zamanda görecek," dedi. Sözleri kesindi. Zülfü buna çok sevinip bahtiyar oldu. "Belki de Paşayı senin bahçelerine, çiftliğine getireceğim. Paşa böyle müteşebbis adamları görüp tanıyınca bahtiyar olup sevincinden gözleri yaşarıyor. Hele bu müteşebbis insanlar onun cephe arkadaşları olunca sevincinden ne yapacağını bilemiyor. Seni tanıyor Zülfü." Göbeğini hoplata hoplata güldü. Göbeğiyle birlikte elindeki altın başlı bastonu da hopluyordu. "Seni, seni tanıyor."
Arif Saim Bey sonra ciddileşti, kaşlarını çattı, dalıp pencereden görünen Sülemiş tepesine bir süre baktı. Karadağlı Mur-taza onun yüzündeki bu değişikliğe sevindi. Şimdi artık Ali Safa Beyin ölümüne gelecek, İnce Memedden söz edecek, diye düşündü. Yüreği ağzında, Arif Saim Beyin konuşmasını bekliyordu. O meseleyi açınca artık konuşmak onun için farz olurdu. Şu namussuz, Allanın belası Zülfü de bir türlü açmıyor ki İnce Memed sözünü. Ulan deyyus, bir kerecik olsun İnce Me-med desen, Ali Safa Beyi gözbebeğinin tam ortasından vurdular, kızıl kanlara belediler onu, diye söylesen ne olur. Öfkeden deliye dönmüş, dişi dişini yiyor, içi alıp alıp veriyor, ulan iki bin yüzlü Zülfü, ben ne bilirdim senin Beyle bu kadar laubali
38
olduğunu, diye düşünüyordu, yoksa seni Erciyesin ejderhası gibi kuşatır, sana İnce Memedin şu fıkara millete yaptıklarını bir bir ezberletirdim, sen de onun yüksek huzurlarında şimdi bülbüller gibi öterdin. Aaah, bir yanılıp yazılsa da surdan bir tanesi bir Ali Safa Bey lafı açsa... İşte sen o zaman gör Karadağ-lıoğlu Murtaza Ağayı ki, ne sözler söyler Başkumandanın öz bir arkadaşına ki söz derim sana.
Arif Saim Bey daldığı karşıki tepenin doruğundan gözlerini içeriye getirdi. Bir süre gene dalgın, amaçsız yöreye bakın-dıktan sonra birden anımsamış gibi durdu, bastonunu yerden bir karış kaldırdı:
"Hazır ol Zülfü," dedi, "önümüzdeki bahara hazır ol. Seni bir ziraat heyetinin başında Avrupaya göndereceğim. Gider misin?"
"Gider misin de ne demek," diye güldü Zülfü. "Gider misin de ne demek, can atarım."
"Öyleyse hazır ol Zülfü."
"Hazırım."
"Herkesi, bütün savaşa katılan kahramanları bu millet mükafatlandırdı. Bir tek kişi, bir alçakgönüllü kahraman bu mükafatlardan payını alamadı, o da benim canı azizim Zülfü biraderim, kahramanım. O da şurada gördüğünüz işte bu kişi, bir kasaba tapucusu. Onu Tapu Genel Müdürü yapsak, Ziraat Vekili yapsak, Zülfü bunların hiçbirisine tenezzül etmez. İşte bu adamdır o. İşte bu canı azizim olan Zülfüdür. Paşa beni ne zaman görse sorar, Zülfüyü gördün mü, Zülfü nerde, Zülfü ne yapıyor diye... İncirleri, afedersiniz her birisinin kehribar renkli kıçından bal akan incirleri Paşa Hazretleri, vatan kurtarıcı ulu insan bir görse, deli olur. İşi gücü bırakıp doğru Çukurovaya koşar."
Karadağlıoğlu içinden söylendi, gelsin de görsün Çukuro-vayı. Gelsin de Zülfü deyyusunun portakal bahçesi dediği o çalılığın içinde iki gözbebeğinin ortasından İnce Memedin kurşunlarını yesin. Yesin de aklınız başınıza gelsin. Ulan Arif Saim Bey, ulan dürzü, ulan şu meymenetsiz Zülfüden bile beter ikiyüzlü, bekle bakalım bekle. Altı ay sonra İnce Memed gelip de Ankarayı basmazsa ben de o ayağı yalın, götü açık İnce Memed Çocuğuna İnce Memed demem. Senin iki kaşının arasından
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:09 pm

41
Öğle yemeği tam akşama kadar sürdü. Arif Saim Bey eşkıya kebabını çok sevmişti:
"Yahu Taşkın Ağa," dedi, "yahu biz Toroslarda düşmana karşı çarpışırken, sen o dağlarda bize eşkıya kebabını niçin hiç yapmıyordun?"
Taşkın Ağa sevinç içinde güldü:
"Dövüşmekten yemek yemeye fırsat mı bulabiliyorduk, sen söylesene Bey?"
"Doğru, doğru," diye güldü Arif Saim Bey. "Yerden göğe kadar hakkın var."
Murtaza Ağa içinden veryansın ediyordu, şu deyyuslara bakındı hele şu deyyuslara, düşmanla öylesine çarpışmışlardı Toros dağlarının doruklarında ve hem de kovuklarında yemek yemeye fırsat bulamamışlar! Yalancının o güzel avradını cümle alem düdüklesin mi? Hem böyle düşünerek sövüyor, hem de oradakilerin gözlerinin içlerine anlamlı anlamlı bakıyordu. Oradakiler onun yüzünden epeyce tedirgindiler. Bir ara Murtaza, elleri karnında iki büklüm yerinden kalkıp Zülfünün yanına geldi, kulağına eğildi:
"Ulan Zülfü," diye fısıldadı. "Ulan ocağın bata bre ulan senin. Ulan zeytin çiftliklerinin sırası mı? Ülkenin asayişi bozulmuş. İnce Memed önüne geleni gözbebeğinin tam ortasından kurşunluyor. Dağlar taşlar eşkıyayla, insanları tam gözlerinin bebeklerinden vuranlarla doldu, amanın Zülfü, amanın oğlunu öldürdüm ocağına düştüm, amanın bu ne haldır, söyle Beye ki, bir alay, bir fırka, bir kolordu göndersin ki... Dağlar taşlar, tüm köylüler hali isyanda..."
"Sus ve git," diye kaşlarını çattı Zülfü. "İnşallah Bey duymadı bu konuştuklarını."
Beyse pencereden dışarıya bakıyor, eşkıya kebabından bir parçasını gövdeye indirdikten sonra uzun uzun parmaklarını yalıyordu. Yalamayı bitirince de kadehine yapışıp gözlerini kapatıp rakısını bir tapınmada mest olarak içiyordu.
"Gidiyorum Zülfü," diye inledi Murtaza. "Gidiyorum ama sen de bunu unutma."
Odadan dışarıya çıktıktan sonra kapının yanına çekilip orada durdu. Arif Saim Bey onu saklandığı yerde göremiyordu.
Öteki de canını dişine takmış işaretlerle Zülfüyü çağırıyor, yanma gelmesini istiyor, ona önemli, çok önemli bir şeyler söyleyeceğini anlatmaya çalışıyordu. Zülfüyse gelmemekte diretiyor, yüzünü buruşturuyor, onu elleriyle kovuyordu.
Aralarındaki sessiz tartışma uzun sürdü. Sonunda Murtaza öyle bir işaret yaptı ki Zülfü artık yerinde kalamazdı, hemen yerinden fırlayıp kapıya vardı:
"Ne istiyorsun be Allahm belası kafasız herif, senin elinden hiçbir yerde bize rahat yok mu?" diye dişlerini sıkarak yılan gibi fısıldadı. "Söyle ne istiyorsun benden?"
Murtaza gözlerini belerterek:
"Farkında değil misin Zülfü kardeşim, biz hepimiz ölüyüz. Bugün Ali Safaya, yarın bana, öbür gün de sana. Kurdun ağzına kan bulaştı. Toros dağlarını tuttu İnce Memed. Dağlar hali isyanda. Yılanın başını daha küçükken ezmezsek, bir İnce Memed iki, iki İnce Memed dört, dört İnce Memed... Çok kalabalık var şu dağların arkasında, şu kocaman Anado-lunda, çok insan, çok insan... Amanın gün geçirip fırsat vermemeli zamana. Aman ha... Şimdi söyle Beye ki... Halimiz duman... Şimdi bizim halimiz duman, altı ay sonra da onların... İnce Memed altı ay sonra Ankaranın kapısına dayanmazsa..."
"Suuusss," diye onun ağzını kapattı Zülfü. "Sus, Bey bunu duymasın, seni ipe çektirir. Kim oluyormuş İnce Memed de Ankaranın kapısına dayanıyormuş. Sus, kimsecikler duymasınlar bunu, suuus!"
"Ama biz öldük."
"Kimseye bir şey olmaz, sus, delirme."
Murtaza Ağa yalvardı yakardı, Zülfünün ayaklarının altını öptü, o aldırmadı. O konuştukça, öteki gülüyordu.
"Kendi düşen ağlamaz," diye sonunda merdivenlere atıldı Murtaza Ağa. Koşarak dışarıya çıktı. Topal Ali onu zeytin ağacının altında bekliyordu. Ali Safanın evine yürüdüler. Ev, avlusu, salonu, balkonu, odalarıyla ağzına kadar uzaklardan gelen konuklarla zınkazınk dolmuştu.
"Ne kadar çok insan, ne kadar çok insan," diye şaşkınlığını söyledi Murtaza Ağa.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:10 pm

43
"Ne kadar çok da seveni varmış," diye karşılık verdi Topal Ali. "Abooov!"
Murtaza Ağa bir süre durdu, düşündü:
"Ali Safa eceliyle ölse, onun cenazesine bu kadar insan gelir miydi Ali?"
"Gelmezdi Ağam!"
"Gelmezdi Ali, gelmezdi. Pekiyi Ali, sen bu dünyanın en akıllı adamısın, malım da sana kurban, canım da... Sana bir sual soracağım, amma sen korkmadan benim bu sualime karşılık vereceksin."
"Veririm Ağam."
"Eğer Ali Safayı İnce Memed değil de başka birisi öldürmüş olsaydı, bu cenazeye bu kadar kalabalık gelir miydi?"
"Gelmezdi."
"Gelmezdi yaaa. Bunun yüzde biri bile gelmezdi. İnce Memed sayesinde Ali Safa Bey İran Şahı gibi gömülüyor."
Avlu kapısından döndüler.
"Çok kokuyor Ali."
"Kokuyor."
"Koku burnumun direğini kırdı."
"Benim de," dedi Ali.
"Ali!"
"Buyur Ağam."
"Gayret dayıya düştü. Kurda ne demişler?" Gözlerini ok gibi Alinin gözlerinin içine dikti baktı.
"Demişler ki, senin boynun niye böyle çok kaim, bu değil mi Ağam?"
"Kurt da demiş ki Ali, kendi işimi kendim görürüm de... Onun için Ali biz kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Ne can-darmadan, ne Ankaradan, bize hiçbir yerden bir hayır yok."
"Yok," dedi Ali.
"Bundan sonra İnce Memed kimi öldürecek?"
"Kimi olacak Ağam, elbette seni."
"Keski bulaşmayaydım bu kadar bu İnce Memede."
"Keski," diye içini çekti Ali."
"Bundan sonra sıra bende."
"Sende," dedi Ali.
44

"Onun için ne yapıp yapmalı İnce Memedi öldürtmeliyiz."
"Öldürtmeliyiz."
"Bu geceden itibaren evde de kalmamalıyız. Her gece başka bir yerde... Seni de öldürür mü İnce Memed?"
"Senden sonra da beni öldürecek."
"Ne biliyorsun?"
"Bilirim. O İnce Memed var ya... O, bela bir adamdır."
"Bilirim beladır."
"O her şeyi görür, bilir. Şimdi bizim burada ne konuştuğumuzu bile görür, duyar. Onun her yerde gözü, kulağı vardır. Ona her şey ayan beyandır. Gökteki uçan kuş, yerdeki yürüyen karınca bile bu dünyada ne olup bitiyor, ona ulaştırır. O, şu dağın arkasına baksın, gözleri dağı deler geçer ve arkasında ne var, görür."
"Şimdi bizim burada şu konuştuğumuzu bile duymuş mudur?"
"Duymuş mudur da ne demek, elbette duymuştur. Onun duymadığı bir şey olamaz. Şu ağaçlardaki yapraklar onun gözüdür. Şu akan sular, biten otlar, yağan yağmurlar, esen yeller onun kulağıdır."
"Tevatür. Tevatür değilse de biz yandık."
"Biz yandık Ağa. Biz ölmüşüz de üstümüze ağıt yakan yok."
"Tevatür. Böyle bir insan bu dünyaya gelmemiştir."
"Hayır, hiç gelmemiştir."
"O zaman işte, o her şeyi duyuyor, görüyorsa, biz de bir kapalı yere sığınıp işaretlerle konuşalım, gene de duyar mı?"
"Onun orasını bilemeni Ağa."
"Tevatür."
"Tevatür Ağa."
Kasabayı çıkmışlar Kabasakıza doğru yürüyorlardı. Uzun bir süre konuşmadan yürüdüler. Murtaza Ağanın alnı kırışmış, derin düşüncelere dalmıştı. Arada bir de durup tepeden tırnağa, üç adım arkasından gelen Topal Aliyi süzüyordu. Kimi hayranlıkla, kimi de küçümser bakıyor, Ali onun aklından nelerin geçtiğini bir türlü anlayamıyor, o da İnce Memedi düşünüyordu. Acaba kaçmış kurtulmuş, selamete erişmiş miydi,
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:10 pm

45
yoksa candarmalar onu yakalamışlar vurmuşlar mıydı? Ya da bir kovukta aç susuz, kimsiz kimsesiz sıkışmış kalmış mıydı? Doğrusu Ali çok endişe ediyordu. Dağ taş candarmayla dolmuştu. Bir de Memedin sığınacak belli bir yeri yoktu. Çok deneysiz bir çocuktu. Onunla gitmediğine kimi zaman bin pişman oluyor, kimi zaman da seviniyordu. Bundan sonra bu kasabada Karadağlıoğlu Murtaza Ağanın yanında İnce Memede çok yardım edebilir, onu çok belalardan kurtarabilirdi. Ama işte bu günler kötü günlerdi. Memed bu günleri bir atlatabilse gerisi kolaydı. İnşallah Yörüklerin içine düşmüştür. Yörükler Kerimoğlundan dolayı onu severler. Belki onlar candarmaya vermezler Memedi. Kim bilir, insanoğlu belli olmaz ki, belki de bütün bu dağların adamları gözlerinin bebeği imişçesine korurlar onu. Belki de hemencecik yakalar candarmalara veri-verirler onu. İçinde onulmaz bir acı, bir pişmanlık, ne demişti de onunla birlikte dağlara gitmemişti... Birlikte olsalardı, onları şu koskocaman dağlarda kim yakalayabilirdi. Onun şu mor dağlarda bilmediği kovuk, delik, mağara, tanımadığı insan mı vardı...
Az daha durmasa, önüne gelmiş dikilmiş, tepeden tırnağa onu süzen Murtaza Ağaya çarpacaktı. Murtaza Ağa gözlerini sert, dimdik onun gözlerine dikmiş bakıyordu.
"Söyle Topal Ali," diye bağırdı. "Bana doğruyu bir bir söyleyeceksin ki..."
Alinin birden yüreği cızz etti, acaba bu Murtaza Ağa her şeyi biliyor muydu, biliyor da kendisiyle eğleniyor muydu, böyle eğlene eğlene şu ilerde kendisini öldürecek miydi? Bir daha da İnce Memedi hiç göremeyecek miydi? Alinin üstünde tabancası yoktu. Bir küçücük hançeri, bir çakısı bile yoktu. Tetik bulunmalıydı, o tabancasını çekince belki elinden alabilir, onu vurabilirdi. Böylelikle İnce Memed bir Ağa daha öldürmüş olurdu.
Yay gibi gerilmiş Topal Ali:
"Buyur Ağa," dedi. "Zatına her şeyi bir bir söylerim." Sesi bir meydan okumaydı.
"Söyle bakalım, sen İnce Memede niçin bu kadar düşmansın?"
46
Topal bunu hiç beklemiyordu. Sevinmesiyle çözülmesi bir oldu. Sendeledi. Hemencecik de kendine geldi.
"Ağama bak hele Ağama, kara gözlü de yiğit, cömert Ağama, sen benim İnce Memede niçin düşman olduğumu bilmiyor
musun?"
"Bilmiyorum."
"Bil öyleyse. Abdi Ağa, o gül yüzlü, mezarında ışıklar içinde yatası, fıkaralar babası, insanlar cömerdi, yüreği insanlık dolu, o, dünyamızın biriciği, o Hazreti Ali ayarı Ağa kimin ağasıy-dı, kimin gözünün bebeği, yüreğinin bağıydı, benim... Onu öldüren, dört kitaptan murtat, dört kitapta katli vacip olan kim, İnce Memed... Yeter mi?"
"Yetmez," dedi, başını kaldırmış, gözlerini onun gözlerinin içine dikmiş Murtaza Ağa.
"Ağamı öldürdüğü yetmez mi, ekmek kapımı, çoluğumun çocuğumun, benim sıtaramı öldürdüğü yetmez mi?"
"Yeter," diye güldü Murtaza Ağa.
"Şimdi de canımı alacağı yetmez mi?"
"Yeter," dedi Murtaza Ağa, kendine bir ortak bulduğuna sevinerek.
"Yıllardır ölüm korkusundan, Allah düşmanımın başına vermesin ölüm korkusunu, dünyada bir şey vardır her şeyden beter, ölümden de zalim, o da ölüm korkusu, ben ölüm korkusundan ölmüşüm, tükenmişim, ölmüşüm. Benim kıymetli Ağam Abdi Ağa öldürülmeden çok önceleri zaten ölüm korkusundan dolayı ölmüş gitmişti."
"Öyleyse, biz de Abdi Ağaya, Ali Safa Beye benzemeden İnce Memedin hakkından gelmeliyiz. Sen bundan sonra benim öz bir kardaşımsın, oğlumsun, gözümün bebeğisin. Demek bunca yıl bu kadar korktun?"
"Korkudan öldüm ve hem de ölüyorum."
"Ben de..."
"Bu adamın vücudu ortadan kalkmadan..."
"Bize bu dünyada yaşamak haram."
"Haram," dedi Topal Ali.
Geriye dönüp ağır ağır kasabaya yürümeye başladılar. Gün Çok aşağılara inmiş gölgeler uzamıştı. Kasaba evlerinin camla-
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:10 pm

47
nndan bir ışık, bir parıltı seli çağlıyor, evler, ağaçlar, tepeler bir aydınlığın ortasında, buğusunda dönüp duruyorlardı.
"Ali!" Sesi yumuşacık, sevecendi.
"Buyur Ağam?"
"Ali sen bu izciliği kimden öğrendin?"
"Hiç kimseden Ağam."
"Sen anandan izci mi doğdun?"
"Doğmadım ama, ona benzer bir şey."
"Ne demek ona benzer bir şey, ya doğdun, ya doğmadın."
"Hem doğdum, hem doğmadım."
"Peki nereden öğrendin sen bu hüneri?"
"Baka baka..."
"En çok neye baktın?"
"En çok izlere baktım."
"İzlerde ne gördün?"
"İzler sahiplerine benzer. Bir at izine baksam, üç aşağı beş yukarı o atın nasıl bir at olduğunu anlarım. Yelesini, kuyruğunu, boyunu boşunu sana gerçeğine yakın söyleyebilirim. Hele insan izlerini... İzlerden insanların yüreğini okurum. Hangi yöne gitmişler, ne düşünerek, nasıl düşünerek gitmişler bilirim. Sevinçli mi, öfkeli mi, küskün mü, kederli mi, içi karanlık mı bilirim. Aydınlık mı, dost mu, düşman mı bilirim."
"Tevatür."
"Tevatür değil Ağam."
"İzime bak öyleyse. Bak ve ne düşündüğümü söyle."
Ali hemen gerisin geri dönüp eğildi, izleri inceleye inceleye sel yatağına kadar geldi:
"Öyleyse şimdi beni dinle Ağa," dedi. "Bak, önce kuşkulusun. İnce Memedden daha çok benden korkuyorsun, doğru mu?"
"Doğru..."
"Gittikçe korkun azalıyor. Sonra, ne İnce Memedden korkuyorsun, ne de benden. İçinde şahlanmış bir yürek. Bütün dünyayla tek başına cenk edebilirsin. Arkasından birden gene onulmaz, dehşet bir korkunun içine düşüyorsun. Birileri seni aşağılıyor, sen susuyor, yutuyorsun bunu. Sonra yalvarıyorsun ona. Sonra da öfkeden deliriyor, patlıyorsun. Birden yanındaki
48
adama kanın kaynıyor, o, ben olacağım, gönlün sağ yana doğru Ş/ bütün kuşkuların bitiyor, ona kardeş gibi bağlanıyor-
sun."
Birden Topal Ali olduğu yerde durdu kaldı. Sarı çiçekli bir
dikenin dibindeki ize takıldı, yüzü sapsarı kesildi. Ağzı kurumuştu, zor konuştu, sözler ağzından yarım yamalak döküldü.
"İşte bu izde beni öldüreceğin yazılı." Doğruldu, yalvara-rak Murtaza Ağanın gözlerinin içine baktı. "Beni niçin öldürmeye karar verdin Ağa?" diye sordu. "Ben ne yaptım sana?"
Murtaza Ağa telaşlandı, çabuk çabuk konuştu:
"Doğru, amennah... Korkuyorum senden. Şimdi bile. Ben İnce Memedden değil, senin o gözlerinin dibindekilerden korkuyorum. Doğru, seni öldürmeliyim ben."
"Öyleyse ben gideyim Ağam," diye boynunu büktü Topal Ali. "Adam adamdan korkar, anlarım. Adam benden hiç korkar mı?"
"Korkar korkar, adam senden korkar ya, sen bir sonraki izlere bak... Seni öldürmekten vazgeçtiğimi görürsün."
Ali öteki izlere bakınca sevindi:
"İşte böyleee," dedi, Ağanın kolundan sevgiyle tuttu. "İşte burada kardeş olmuşuz." Bir izleri araştırıyor, bir Murtaza Ağanın yüzüne durup bakıyordu.
"Vazgeç Ali," dedi Murtaza Ağa. "Bundan böyle sen benim can bir kardaşımsın."
"Kardaşmım."
"Anamsın, babamsın."
"Bu kadar da korkma Ağa İnce Memedden. Bundan sonra yanında ben varım."
Ağa, sevinç içinde kalmış gülüyordu:
"Ali sen kuşun kanadının izini..?"
"Evelallah."
"Sudaki balığın izini..?"
"Evelallah!"
"Ali sen Arif Saim deyyusunun izini..?"
"Evelallah!"
"Yahu Ali kardaşım, böyle de insanlık olur mu? Koskocaman, Ali Safa Bey gibi bir Milli Savaş kahramanı öldürülmüş..."
49 ;;-..
Alinin kolundan tuttu. "Şimdi herkes, Zülfü bile, Arif Saim bile milli kahraman, fıkara, korkak, karıncadan ürken Ali Safa neden kahraman olmasın... Kim bilir İnce Memedi görünce ne kadar da korkmuştur fıkara... Daha tüfeğini görünce İnce Meme-din, daha Memed tetiğe basmadan canı çıkıvermiştir fıkaranm, korkudan. Eşkıya da ölüye sıkmıştır kurşunu. Gittim gördüm ölüsünü, bir damla kan çıkmamış. Kafası parçalanmış, odanın duvarlarına yapışmış, dediğim gibi, tevatür. Ölülere kurşun sıkarsan bir damla kanları çıkmaz."
"Bilirim, çıkmaz," diye onu onayladı Topal Ali.
"İşte bu zavallı, karıncadan ürken fıkarayı kurşunlamadan öldürmüş de İnce Memed, onlar da oturmuşlar onun cenazesi üstüne keyfediyor, rakı içiyorlar. Ulan bir tanesi, yazık oldu şu karıncadan ürken Ali Safaya demiyor, bu nasıl insanlık?"
"Bu nasıl insanlık?"
"Ama gelecekler İnce Memedler, koyunlarından önce karılarını alıp dağa kaldıracaklar. Buna sevinirler."
"Sevinirler," dedi Topal Ali.
"Ardından da gelecekler, mallarını mülklerini yağma edecekler."
"Ardından da," dedi Topal Ali, "kellelerini kesecekler."
"Öyleyse şimdi gülsünler onlar Safanın mezarının üstüne. Duvarlara yapışmış beyniyle alay etsinler... Gene de şu fakir fı-karaya bak Ali, sanki her birisinin kardaşı ölmüş, sanki her birisinin evinden bir ölü çıkmış gibi yas içindeler. Ağıt yakıp ağlıyorlar. Eeee, fırsat bulunca da bizi bunlar parçalamayacaklar mı?"
"Parçalamazlar Ağam."
"Ne dedin, ne dedin, parçalamazlar mı?"
"Parçalamazlar. Onlar insana kıymazlar. Onlar insana kıy-salardı bu dünya böyle olmaz başka türlü olurdu. Onlar çok yumuşaktırlar, tıpkı ipek gibi."
"İpek gibi," diye derin, rahat bir soluk aldı Murtaza Ağa. "Demek onlar günü gelince bizi parça parça doğramazlar?"
"Doğramazlar," dedi Ali göğsü kabararak, kıvançla.
Murtaza Ağanın yüzü ışıdı, olduğu yerde durup Alinin yanma gelmesini bekledi:
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:11 pm

50
esi
"Ben de biliyorum Ali," dedi, "onlar bizi doğramazlar. Doerasalardı zaten bu dünya böyle olmazdı." Sesini hemencecik kesti, başını yere dikip derin düşüncelere daldı. Epeyce sonra başını yerden kaldırdığında yüzü keder içinde kalmıştı. "Sen Kuyucu Murat Paşa diye birisini duydun mu?"
"Duymadım," dedi Topal Ali.
"Bir zamanlar, belki bundan iki yüz yıl önce şu Toros dağları azmış, gene böyle baş kaldırmıştı. O senin kimseyi öldürmez dediğin, benim de öyle bildiğim baldırıçıplaklar konaklar yıkıyor, evler yakıyor, kelleler kesiyor, azgınlaştıkça azgınlaşı-yordu. Başlarında gene böyle boyu bir karış İnce Memedler, gene böyle Ferhat Hocalar. O Ferhat Hoca var ya, ne idiği bellisiz bir kişi. Belki de casus. Onu astıracak Arif Saim Bey. O asılacak ki biz rahat edelim. O, İnce Memedin akıldanesi imiş, doğru mu?"
"Doğru," dedi Ali.
"İnce Memedi Ağalara karşı o kışkırtıyormuş."
"Biliyorum, doğru."
"Sen İnce Memedi görsen tanır mısın?"
"Tanırdım."
"Şimdi tanıyamaz mısın?"
"Bilmem ki, ben onu bildiğimde küçücük bir şeydi. Sümüklü bir çocuktu. Diyorlar ki şimdi koskocaman olmuş, boyu kavak gibi uzamış. Yüzüne bakılamıyormuş korkudan."
"Öyle diyorlar. Ben de öyle duydum. Sen demek Kuyucu Murat Paşayı duymadın?"
"Duymadım," diye sıkılarak söyledi Topal Ali.
"Gene bunlar gemi azıya almışlar. Gene İnce Memed, Ferhat Hoca başlarında, gene tekmil Toros dağları, Urum toprakları ayağa kalkmışlar. Kızgın millet, öfkeli, kızgın boğalar gibi düşmüşler ovaya, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamışlar. Kimse de bu durumu Padişahımıza söyleyemiyormuş. Padişahımız gazaba gelir diye ürküyorlarmış. Sonunda bunlar öylesine azıtmışlar ki İstanbulu almaya, Padişahımızın kellesini kesmeye ant içip İstanbula yönelmişler. Padişahımızdır ki olanı biteni duymuş... Ben bunları büyük tarihlerde okudum Ali Ağa kardaşım."
51
"Biliyorum Ağam, senin yüksek okumuş olduğunu, aklının her bir şeye erdiğini. Yalnız ben değil, bütün cümle alem biliyor senin ne kadar akıllı bir kişi olduğunu. Ne kadar okumuş..."
"Sağ ol Ali kardaş, var ol Ali kardaş. İşte bunu duyan Padişahımız çok korkmuş. İstanbulun üstüne yürüyen bir kişi, iki kişi değil ki, yüz bin, yüz milyon kişi. İşte o zaman Padişahımız seraskeri Murat Paşayı çağırmış, ya Murat, demiş, bu ne haldır, koca Toros dağları, Konya, Sivas ovaları, Akçadeniz, Karadeniz kıyıları ve Van gölü üstümüze yürümüş ki yer götürmez insan ile. Tez hazırlan, doludizgin git Torosa. Yılanın başı oradaymış, var git oraya ve de oradaki yılanın başını ez! İnsaf, merhamet yok. Bütün Torosu yediden yetmişe kılıçtan geçir."
Topal Ali:
"Tevatür."
"Kuyucu Murat Paşadır çekmiş ordusunu, gelmiş Torosa, çıkmış dağlara. Önce birkaç gün yatıp dinlenmiş ordusuyla çamların altında, ak çağşaklı, yarpuz kokulu pınarların başında. Kestirmiş emlik kuzuyu, yemiş kebabı. Murat Paşadır bu, seksen, doksan yaşındadır. Tecrübeli bir adamdır ki, Osmanlı İmparatorluğunu kurtaran. Üç gün sonra orduyu ayağa kaldırmış, ellerine kazma kürekler vermiş, nerede bir düzlük görmüşse oraya kuyular kazdırmış. Bunu gören, duyan millet de şaşırmış, Padişah da... Amanın şu ihtiyar Murat Paşa aklını kaçırmış olmasın? Paşa durmadan kuyu kazdırıyormuş. Torosta kuyu kazdırmadık yer bırakmamış, bir iki hafta durmadan kuyu kazdırmış. Sonra da orduyu çekmiş asilerin üstüne. Asileri dağların doruklarına kadar kovalamış, hepsini de yakalamış. Başlamış çoluk çocuk doğramaya, doğrayıp kazdırdığı kuyulara doldurtmaya. Başkaldıran insan o kadar çokmuş ki, kazdırdığı kuyular yetmemiş. Yeni kuyular kazdırmış, o da yetmemiş. Kumandanları demiş ki, kıymetli seraskerimiz, bu kadar insanı kuyulamakla nasıl başa çıkarız? Murat Paşadır, dini bütün Müslüman bir adam, buna çok öfkelenmiş, bağırmış, bağırtısından, öfkesinden taşlar sallanmış, toprak çatlamış, ben, demiş, hiçbir Müslümanın ölüsünü açıkta bırakıp kurda kuşa yem edemem. Orduyu ikiye ayırmış bundan sonra, yarısı kuyu kazıyor, yarısı da çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın kız demeyip
52
Müslümanları doğruyormuş. Murat Paşa elhamdülillah Müslüman adam, dini bütün adam, o savaşta, tepeden tırnağa kana batmış çıkmışken bile bir kerecik olsun namazını kazaya bırakmamış- Murat Paşa öyle dini bütün bir Müslümanmış ki bir kuyuya kadını erkeği bir arada gömdürmezmiş. Müslümanlıkta kadınla erkeğin bir arada, üst üste yatması var mı?" Alinin gözlerinin içine baktı.
Ali:
"Yok," dedi.
"İşte dini bütün Murat Paşamız da doğradığı Müslümanların bebelerini ayrı bir kuyuya, çocuklarını, kızlarını, kadınlarını, yaşlılarını, gençlerini de ayrı ayrı kuyulara gömdürmüş. Sonra da başlarını yakalamış asilerin, sormuş, niye yaptın sen bunu, demiş. O da zulüm gördük biz, demiş. Bize Müslümanlık harici işler yaptılar, sipahiler, Padişahın adamları dinimize tecavüz ettiler, son meteliğimize, son koyunumuza, son kadınımıza kadar elimizden aldılar, kızlarımızın da ırzlarına geçtiler. Murat Paşa sormuş, vay ocağın yıkıla, siz bunun için mi baş-kaldırdınız? Bunun için demiş asilerin başı. Sen Padişah olmak için başkaldırmadın mı? Adam çok yakışıklı, büyük ela gözlü, gençten birisiymiş. Çok da utangaçmış. Adam şaşkın şaşkın, ben nasıl Padişah olurum, ben Padişah efendimizin kemter bir kuluyum. Benim Padişah olmak aklımın köşesinden geçmez. Benim Paşa olmak bile aklımdan geçmedi. Bize zulmettiler, biz de ayaklandık. Kuyucu Paşa efendimiz de bunu duyunca bir aah çekmiş ki dağlar inlemiş. Vah, demiş, vah benim kara başım, bu kadar insanı ben bunun için mi kuyuladım, vah, vah bana ki vaaah! Ocağım yıkıla ki benim, bu kadar insanı kuyuladım. Çok acımış, çok zarılamış ama dini bütün Murat Paşamız, iş işten geçmiş. Yanma almış asiler başını Padişaha götürmüş, hal keyfiyet böyle böyle Padişahım, demiş. Toros dağlarında insan, kurt kuş, börtü böcek hiçbir canlıyı bırakmayıp kuyuladım ama, iş başkaymış. Olanı biteni Padişaha anlatmış. Padişahtır gözlerinden kanlı yaşlar dökerek zarılamış, oy vatandaşlarım, kuyuların içinde yatan vay vatandaşlarım, demiş. O kadar üzülmüş ki, cennet mekan Padişahımız, asiler başını çağırıp iki gözlerinden öpmüş. Duydun mu Ali kardaş?"
53
"Duydum," dedi Topal Ali. "İki gözlerinden öpmüş."
"Öpünce de, oğlum asiler başı, sana üç değil, yedi değil, dokuz tuğlu vezirlik verdim ve de seni hem de Anadolu üstüne, bilcümle Urum üstüne Beylerbeyi yaptım, demiş. İşte böyle bu dünya kardaşım, öz bir kardaşım Topal Ali. Urum dediği de o Kayseri, Sivas yöreleri."
"Böyle," dedi Topal Ali boyun kırarak. "Tam böyle."
"Sonra ne olmuş?"
"Ne olmuş?" diye sordu Ali.
"Sonra da efendim, o asiler başı var ya, ordulara serasker olmuş, o da Van dağlarında başkaldıranların üstüne yürümüş. Varınca Van dağlarına ne yapmış dersin?"
"Ne yapmış?"
"Ne yapacak, o da ilk önce kuyu kazdırmış. Şimdi Ankara duyacak bu işi, İnce Memedi... Nasıl olsa duyacak, bütün To-roslar ayağa kalkınca. İsmet Paşa da, Deli Sinan Paşa kumandasında, Deli Sinan Paşa buraları çok iyi bilir, bir kucak da sakalı vardır. Sen hiç onun adını duydun mu?"
"Duydum," dedi Ali.
"Sen onun ne deli bir bela olduğunu biliyor musun?"
"Biliyorum," dedi Ali yüzünde en küçük bir değişiklik olmadan.
"İşte bu delinin kumandasında bir büyük, yer götürmez orduyu gönderecek İsmet Paşa Torosa. Deli Sinan Paşa ne yapacak, önce kuyular kazdıracak."
Ali:
"Allah göstermesin!"
"Allah gösterecek," diye göğsünü kabarttı Murtaza Ağa. "Böyle giderse, İnce Memed de dağlarda padişah olursa, bu vatanın altını oymaya devam ederse Deli Sinan Paşa gelecek ve hem de en önce bin tane kuyu kazdıracak."
"Allah göstermesin!"
"Yılanın başı küçükken ezilmeyince Allah gösterecek."
"Ölüyü ne zaman gömecekler Ağam?"
"Hemen olmaz," diye dönüp yürüdü Murtaza Ağa. Ham yolda rugan kunduraları toza batıp çıkıyor, yöreye sıcak tozlar fışkırtıyordu. "Hemen olmaz Ali kardaşım. Beklemeli ölü. Ale-
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:11 pm

54
gün,
mi ibret için ölüyü bilcümle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları görmeliler, duymalılar."
"Ölü kokuyor, hava çok sıcak."
"Koksun varsın. Onun ölüsü beklemeli, bekleyecek. Üç
, bir hafta..."
"Kasabada kokudan kimse duramaz. Ölü bugün de kalırsa hepimiz ölü kokusundan dolayı soluğu dağlarda alırız. Ölü kokusu kötüdür. Ölü yarına kalırsa bu kasabada kokudan kuş, böcek, karınca, köpekler bile duramaz. Çok sıcak var."
Murtaza Ağa durdu, havaya, yolun kıyısındaki kavrulmuş, toz altında kalmış otlara, bitkilere baktı, birden de ceketini çıkarıp koluna aldı.
"Amma da terlemişim. Gerçekten de çok sıcak var." Sonra da tepeden tırnağa, ilk olarak görüyormuşçasına Aliyi süzmeye, ikircikli, kuşkulu, korku dolu gözlerle ona bakmaya başladı. Önce parmağını Alinin başına dayayıp: "Bu böyle olamaz Alim, kardaşım," dedi. "Sen benim öz kardaşım mısın, bunu kabul ediyor musun?"
Ali hemen toparlanıp hazır ola geçti.
"Ne demek ola ki... Senin ayağının vardığı yere bizim başımız varamaz. Zatınız bizi kardaşlığa kabul ettikten sonra..."
"İşte ol sebepten Ali Efendi kardaşım, Karadağlıoğlu, İstiklal Savaşının gözünü daldan budaktan esirgememiş, göğsü tunç siper kahramanı Murtazanm kardaşmm başında böyle yırtık bir takke olamaz."
"Ne yapayım Ağam, fıkarahk..."
"Şimdi, derakap sana bir fötür şapka alacağız ki, o Arif Sa-im alçağı bile giymemiş ola." Sonra da onu yırtık, bir zamanlar sırmalı olan çizgili, yarım kollu Maraş abasının kolundan tuttu: "Bu ne?"
"Abadır Ağam."
"Bu da olmaz. Benim kardaşım... Hemen şimdi çarşıya... Doğru terziye." Gözlerini şalvara indirince bir iyice öfkelendi. Sonra da acıyla güldü: "İşte bu hiç olmadı Ali kardaşım. Benim can bir biraderim böyle el dokuması, bir iplik çeksen bin yama dökülür bir şalvarı nasıl giyer?"
"Ne yapalım, fıkarahk, evi yolu yıkılsın fıkaralığın."
55
"Bundan sonra sen fıkara olamazsın, değilsin. Söyle, değil-
sm.
Alinin yüzü soldu:
"Değilim..." Dili diline dolaştı. "Sayende değilim, değilim, olmayacağım da..."
"Doğru terziye. Bu mintan, Maraş inanışından, benim yanaşmalarım bile bunu giymiyorlar. Olur mu Ali?"
Ali artık konuşmuyor, susuyordu.
"Peki, bu kırmızı postallar nedir Ali? Ayağını kaldır bakalım, kaldır hele, allalem bunların dibi de delik! Göster, göster hele tabanlarını. Utanma göster bakalım."
Ali utanarak önce topal, eğri, yamru yumru olmuş ayağını gösterdi. Postalın altından yumruk gibi kocaman bir nasır parçası gözüktü. Karadağlıoğlu Murtaza Ağanın gözleri yaşardı:
"Vay kardaşım vay," dedi, "biz ne düşüncesiz adamlarmı-şız, vay kardaşım vay... Ben böyle Avrupadan hususi getirilmiş giyitler içinde gezeyim, sen de çıplak gez... Ben böyle İstanbul-da hususi surette yapılmış kunduralar giyeyim de ayağıma, sen postallarla dolaş, böyle kardaşlık olur mu? Doğru çarşıya!"
"Yalnız Ağam..."
"Ne yalnızı?"
"Ben postallardan başkasını giyemem. Bu ayağıma hususi postal gerek."
"Şimdi gideriz köşker kocamana, akşama kadar sana bir postal diker, hem de Maraşta bile görülmemiş."
Çabuk çabuk yürüyerek çarşıya geldiler, kumaşçıya gittiler, kumaşçı çok yaşlı, bir deri bir kemik, beli kırmızı göçmen kuşaklı bir adamdı.
"Çabuk çabuk, bir kat elbiselik, benim öz bir kardaşıma. Bak, bak Ali, beğen beğen beğendiğini al. Bak bak, ne kadar çok kumaş var."
Bir yandan topları gözden geçiriyor, bir yandan Alinin yöresinde dönüp kumaşları gösteriyor:
"Bunu mu istersin?" diye soruyordu.
Ali suskun, dili boğazına akmış, hayran kumaş toplarına bakıyor.
"Bunu mu?"
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:12 pm

56
Ali konuşmuyor.
"Bunu mu Ali kardaş, bak, çizgileri mor, halis yün." Ali susuyor, öteki boyuna gösteriyor.
Sonunda dükkancı baktı ki bunlar doğru dürüst bir kumaş seçemeyecekler, en üstteki kumlu, koyu mavi kumaş topunu
indirdi.
"Kumaş arıyorsanız, işte bu. Ben Murtaza Ağa gibi bir soylu Beye bu kumaştan başkasını bu dükkanda layık göre-
mem."
Murtaza Ağa dükkancının bu davranışına sevindi:
"Beğendin mi, beğendin mi Ali Kardaş," diye onun yöresinde birkaç kez döndü.
Ali bir çocuk gibi utanarak kızararak:
"Beğendim," dedi. "Beğendim ama ne zahmet. Yazık değil mi bir çuval paraya?"
Kumaşçı:
"Ağa, sen paraya bakma," dedi. "Murtaza Ağada para ton kadar."
Murtaza Ağa da onu onayladı başını sallayarak:
"Hiçbir kıymeti yok."
Kumaşı alıp dükkandan çıktılar. Murtaza Ağa kumaşı alırken para vermemiş, salt, "Yaz deftere," demişti kumaşçıya.
Terzi dükkanı iki dükkan ötedeydi. Hemen oraya vardılar. Terzi posbıyıkları ağarmış kısa boylu, yuvarlak yüzlü, küçük gözleri fıldır fıldır yuvalarında dönen birisiydi.
"Hemen, hemen, hemen yarın isterim bu elbiseyi terzi başı. Hemen yarın. Paraya pula bakma, hemen yarın. Bu benim öz bir kardaşım Ali Ağadır. Böyle bir adam şu Çukurova toprağına şimdiye kadar gelmemiş, bundan böyle de hiçbir zaman gelmeyecektir."
"Aman Ağam, buyruğun baş üstüne ama, yarın akşama yetişmez."
"Yetiştireceksin."
"Yetişmez."
"Yetişecek."
Terzi bir anda yumuşadı, uzun uzun Topal Aliye baktıktan sonra:
57
"Olur Ağa," dedi. "Ne yapalım, bir elbise için senin hatırını kıracak değiliz ya... Gece sabaha kadar uğraşır bitiririz."
"Sağ olasın, var olasın," diye coşan Karadağlıoğlu Murtaza Ağa, terzinin sırtına bir tokat indirdi.
Oradan köşkere uğradılar, sonra gömlekçiye. Ustalar yarın akşam biltekmil her şeyi vereceklerdi.
Murtaza Ağa önde, Ali arkada çarşıyı birkaç kere bir uçtan bir uca geçtiler. Koca çınarın altındaki nalbantın yanında bir süre durdular. Murtaza Ağa saraca Aliyi, "Şu Çukurova ülkesine böyle bir adam gelmedi, bundan sonra da kıyamet kopsa gelemez," diye tanıttı. Saraç, "Vasuphanallah," diye hayretini gizleyemedi.
Bunun arkasından camiye gidip, uzun uzun aptes aldıktan sonra namaza durdular. Namazdan sonra da ölü evine uğradılar. Ölü evi sessizdi, ne ağıt sesi, ne de herhangi bir ses. Ortalıkta çıt yoktu.
Kasabanın içindeki köylü kalabalığı da çekilmiş, ortalık bomboş kalmıştı.
Ali:
"Demedim mi?" diye Murtaza Ağanın gözlerinin içine baktı.
"Neyi?"
"Kokuyu... Bak, kokla Ağam, koku dünyayı almış, bütün kasabayı sarmıştır. Yarın sabaha kadar da... Vay Allah vay..."
Murtaza:
"İnşallah Arif Saim Beyin burnuna gider de bu koku, inşallah, Ali Safa Beyin, İnce Memedin lafı açılır. İşte o zaman da Deli Sinan Paşa..." Alinin gözlerinin içine uzun uzun baktıktan sonra: "Bunlardan bir hayır gelmez ya Ali," dedi, "gelir mi?"
"Gelmez," dedi Ali.
"Sinan Paşa da çok yaşlandı. Belki de tekaüt olmuştur. Hiç adı geçmiyor. Belki de asmışlardır. Delinin biriydi zaten."
"Ben de duydum, ağaçlara talim ettirir, hazır ola geçmeyen ağaçları kırbaçlatırmış."
Murtaza Ağa güldü:
"Belki de asmamışlardır. Belki de İsmet Paşa onu gönderir. O bir gelirse Toroslara Kuyucu Paşaya rahmet okutur. Sen Faruk Yüzbaşıyı tanıyor musun?"
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:12 pm

58
"Görmüşlüğüm var."
"İnce Memedi yakalayabilir mi?"
"Yakalayamaz."
"Neden?"
"O köylüye çok zulüm ediyor."
"Haaa, doğru... Böylesi zamanlarda köylüye zulmetmeyeceksin, değil mi?"
"Köylü hakareti, zulümü hiç sevmez..."
Gene yürüdüler. Murtaza Ağa durup durup ona bakıyor, sonra gene yürüyorlardı. Aralarında uzun bir sessizlik oldu. Köprüye kadar ayaklarının ucuna bakarak yürüdüler. Köprünün korkuluğuna yan yana durup aşağıya, suya baktılar bir süre. Murtaza birden sordu:
"Senin şimdi üstünde silahın var mı?"
"Yok."
"Şimdi İnce Memed gelse de önce seni, ardından da beni öldürmeye kalksa ne yaparsın?"
"Hiçbir şey yapamam."
"Peki, düşman sahibi adam hiç silahsız dolaşır mı?"
"Katiyyen dolaşmaz."
"Peki sen?"
"Gözü çıksın, fıkaralık."
"Sen iyi bir nişancı mısın?"
"Sayılırız Ağam," diye alçakgönüllü boynunu büktü Ali.
"Tabanca mı, mavzer mi?"
"İkisi de..."
"Pekiyi, İnce Memed mi iyi atış yapar, sen mi?"
Topal Ali utandı, kıvrandı, gözlerini aşağıdaki suya dikti, gülümsedi, Ağaya baktı, Ağa bekliyordu.
"Söyle, söyle, gerçeği söyle, ben kardasın gerçeği bilmeliyim."
"İnce Memed..."
"Eeee, ne olmuş İnce Memede?"
"Demem o ki..."
Gene utangaç sustu, başını öte yana çevirdi, suya baktı, gözlerini karşıdaki bahçenin uzun, telli kavaklarına dikti.
"Söyle, ne diyorsun?"
59
"İnce Memed daha dünkü çocuk... Bize gelince, biz ki izci Topal Aliyiz..."
"Haydi eve gidelim. Sen bundan sonra bizde kalacaksın. Beğendiğin tabancayı, filintayı sana vereceğim. Tabanca na-gant. Zinhar naganttan başkasını kullanmayacaksın. Ötekiler tutukluk yapar."
"Doğru."
"Sapı fildişinden on dört tabancam var, beğen, beğendiğini al.
"Sağ ol Ağam."
"Kundağı işlemeli Alaman filintalanyla bir orduyu donatırım, her birisi yeni fabrikadan çıkmış. Onlardan da seç."
"Seçerim Ağam."
"Sandık sandık da mermi..."
"Sağ ol Ağam."
"Kaç yıldır silah kullanmıyorsun?"
"Yirmi bir yıldır."
"Elin alışkanlığını yitirmiştir."
"Yitirdi Ağam."
"Yarın öbür gün, cenaze kalktıktan sonra atlara binip Akarcaya çıkacağız. Orada atış talimleri yapıp, elimizi alıştıracağız."
"Haklısın Ağam."
"Şimdi eve."
"Olur Ağam."
"Çoluk çocuğun?"
"On bir kölen var."
"Allah bağışlasın. Onlar orada mı kalsınlar, dağda, yoksa bizim çiftliğe mi indirelim?"
"Onlar orada kalsınlar. Onlar düze inince İnce Memed benden kuşkulanır."
"Doğru. O İnce Memed senden korkar mı?"
"Azıcık çekinir."
"Sen var iken yanımda bana dokunamaz mı?"
"Beni öldürmeden dokunamaz."
Murtaza Ağa ona gene dönüp uzun uzun, onun gözlerinin içine baktı, ardından da alelacele beline davranıp tabancasını bel kemerinden çıkardı Aliye verdi.
60
"Al " dedi, "ne olur ne olmaz, benim tabancam eve varın-va kadar sende dursun. Gözlerinden öperim Ali Ağa karda-ırri/ şu kuş gibi canım sana emanet."
'"Hiçbir küsüm çekme kıymetli ve de ala gözlü Ağam. Senin canın bundan sonra benden sorulur."
"Doğru mu, yürekten mi söylüyorsun bunu Topal Ali Ağa?"
"Yürekten söylüyorum ki, hem de ne yürekten."
"Gene de korkuyorum senden. Senin o gözlerinin altında bir şeyler saklı."
Murtaza Ağa gitti bir kerpiç bahçe duvarının üstüne sekilendi. Topal Ali de vardı onun yanına sokuldu.
"Benden korkuyorsun da ne demeye tabancanı bana verdin?" Ali bu sözleri yumuşacık, sevecenlikle söyledi.
"Nasıl olsa sen beni öldüreceksin, ya şöyle, ya da böyle. Sen İnce Memedin adamısın."
Bir süre aralarında bir sessizlik oldu. İkisi de başını yere dikmiş ayaklarına bakıyorlardı. Sonra Ali yerinden çok dingin, aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi kalktı, onun karşısına geçip gözlerini onun gözlerine dikti, uzun bir süre büyülenmiş gibi böyle kalakaldılar.
Murtaza Ağa:
"Sen İnce Memedin adamısın, bunu bu dünyada bir ben bilirim. Sen İnce Memed için canını verirsin. Çünküleyim sen en akıllı köylüsün. Bir de İnce Memedin başına bu işleri sen açmadın mı?"
"Ben açtım," diye güldü Ali. Gülüşü içtendi.
"O yüzden ona canını verirsin."
Ali susuyordu.
"Niçin konuşmuyor, bir söze varmıyorsun Ali? İnce Memed isterse beni öldürmez misin? Söyle Ali."
Ali karşılık vermiyor, yüzü uzamış, kırmızı bıyıkları iyice sarkmıştı.
"Öldürmem Murtaza Ağa. Ben adam öldürmeyi sevmem. Allah verdiği canı ancak kendi alır. Adam öldürmek kötü bir şey."
"Kötü," diye sevindi Murtaza Ağa. "Ama İnce Memed öldürüyor."
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:12 pm

61
"O başka," dedi Ali gür, kendine güvenmiş bir sesle.
"O başka mı, o başka mı? Demek o haklı, öyle mi?"
Birden tepeden tırnağa korkuya kesip gözleri faltaşı gibi açıldı.
"Demek sen beni öldürürsün, o başka... İnce Memed beni öldürür, o başka..."
Korkusu gittikçe artıyor, Topal Ali de onun bu elle tutulur, gözle görülür ölüm korkusunu onunla paylaşıyordu.
Ali elini beline atıp:
"Ağa," dedi, "al şu tabancanı. Sende bu korku, bende bu doğruluk varken biz bir araya gelemeyiz. Sen bana hiçbir zaman güvenemeyecek, hep korku içinde yaşacaksın. Al şu tabancanı da ben gideyim. Gideyim de başımın çaresine bakayım." Alinin uzattığı tabancayı Murtaza Ağa bir türlü alamıyor, gözlerini onun gözlerinin içine dikmiş bekliyordu. "Al Ağa tabancanı."
Murtaza Ağa sapsarı yüzüyle, merak dolu gözleriyle, bütün canını, duyarlığını, sezgilerini gözlerine toplamış, çok uzaklardaki iğne kadar bir ışıltıyı görecekmiş gibi boynunu uzatmış Aliye bakıyordu.
Alinin sesi bu sefer kesin ve inatçıydı:
"Al Ağa tabancanı!"
Murtaza Ağa gene elini uzatmadı. Ali de elindeki tabancayı onun yanına koyuverip geriye döndü, köprüye aşağı yürüdü.
"Dur Ali, dur!" diye can havliyle bağırdı Murtaza Ağa. "Dur bre kardaşım. Biz sana kardaş dedik, biliyorum beni öldüreceksin. Ama öldürürse de kardaşım öldürsün beni. Dur ve de hemen geriye dön!"
Birkaç adım atıp sertçe onu kolundan tuttu, kendine çekti, buyuran, sert bir sesle:
"Al o tabancayı oradan. O tabanca benim sana armağanım-dır. Şimdi beni iyi dinle Ali, benim hayat sana bağlı. Al, ne yaparsan yap! İster öldür, ister kaldır. İstersen götür de İnce Memede teslim et. Ama bundan sonra sen sen ol, beni bırakıp da bir yerlere gitme."
Ali gitti usulca tabancayı oradan aldı, beline takıp Ağanın yanma geldi.
62
"Kusuruma bakma Murtaza Ağa."
"Ne kusuru Ali. Kusur bende. Haydi eve gidelim."
Eve vardıklarında gün battı batacaktı. Işıklar evlerin camlarına bütün görkemiyle vurmuş, sırtını bu zeytin ağaçlı yamaca dayamış kasabayı bir peri sarayına çevirmişti. Bu saatlarda kasaba uzaktan, Anavarzanm bu yanından bakınca yerden savrulan renk renk bir ışık yumağında döner, yöreyi ta uzaklara kadar tarifsiz bir aydınlığa boğardı.
Murtaza Ağa, Türkmen Beylerinden birinin oğluydu. Babası buralarda çok sayılan Kekeme Adem Ağaydı. Cömert, sofrası yerden kalkmayan bir adamdı. Eski kışlaklarını çiftlik olarak kapatmış, tapusunu da üstüne yaptırmıştı. İleriyi gören bir kişiydi. Belki bu kasabada ilk sağlam tapu onundu. Tapusu yedi bin dönümlüktü ama, tapu sınırları içinde belki kırk bin dönümlük tarlalar kalıyordu. Öyle ötekiler gibi hazinenin, ya da Ermenilerin topraklarına konmamıştı Murtaza Ağa. Ve hem de bununla övünürdü. Yalnız, şimdi bu oturduğu konağı, kaçarken ona Ermeni dostu Karabet Keklikyan vermişti. Herkes konağın Karabetten zorla alındığını söylüyordu ya, Murtaza Ağa bu iftiraya cin ifrit oluyordu. Hayır, o, bu görkemli konağı gasp etmemiş, Ermeni dostu Keklikyana çil çil altınlar sayarak satın almıştı. Konakları gasp edenler Zülfüydü, Taşkın Halil Beydi, Molla Duran Efendiydi, Mustantık Rüştü Beydi. Ötekilerdi. Bir kuruş vermeden, ne devlete ve ne de konakların sahiplerine, onlar gidince, babalarının malları gibi gelip oturuvermişlerdi.
Murtaza Ağa kapının tokmağını üç kere hızlı hızlı vurdu. Kapı hemencecik açıldı. Konak iki katlıydı ve on dört odası vardı. Bir oda da çatı katmdaydı ve tavan arasından küçük bir merdivenle çıkılır, icabı hal, başka, gizli bir merdivenden de sokağa varılırdı. Kasabanın en güzel, beyaz badanalı, büyük yapılarından birisiydi. Karabet Keklikyan, ustayı ta Sivastan getirmişti. Konak yapıldığında hem Ermeniler ve hem de Türkler arasında dillere destan olmuştu. Her odasının duvarı nakışlı ak dişbudak ağacından işlenmişti ki, hiçbir odanın yapısı ötekine benzemiyordu. Birinci katın tabanı çakıl taşlarıyla renk renk döşenmiş, döşemenin tam ortasına da Anavarzanm oralardan
63
bozulmadan getirilmiş, üstünde geyikler, sülünler, mor çiçekler olan bir Bizans mozaiği yerleştirilmişti.
Pırıl pırıl bir tahta merdivenden yukarıya çıktılar. Karşılarına gelen duvarda gene Anavarzadan getirilmiş büyük bir mozaik daha vardı. Bu mozaikse bir kuş cennetiydi. Bir bataklıkta yürüyen leylekler, uçan turnalar, kırmızı bir yılan, kınalı keklikler...
Ali büyük salonun ortasında dikilmiş kalmış, hayran hayran bu mozaiğe bakıyordu.
"Ne bakıyorsun Ali?"
"Tevatür Ağa! Kim yapmış ola?"
"Küffardan kalma. Karabet bunu yerin altından çıkarttırmış, çok kıymetliymiş. Öyle dediler. Bundan, odalarda üç tane daha var."
"Tevatür! Tıpkı canlı gibi. Yılan da akıyor."
Merdivenin tam karşısındaki büyük cumbaya gidip fırdolayı işlemeli yastıklarla çevrilmiş sedirlere oturdular. Ortalık yahni kokuyordu.
"Amma da acıkmışız," dedi Murtaza Ağa.
"Acıktık," dedi Ali.
"Soğan yahnisi sever misin?"
"Bir kere yemiştim bir seferinde, tadı daha damağımda."
"Şehriyeli pirinç pilavı, taze yağlı?"
"Kim sevmez ki," diye güldü Ali.
"Ardından da püren balı."
"Bizim yaylada çok olur," dedi Ali. "Ağama en hasmı, süt gibi apağını getirtirim. Ama biz çok az tadarız."
"Var ol Alim, kardaşım."
Ortalıkta kimsecikler gözükmüyordu. Tam bu sırada odalardan birisinden iriyarı, geniş kalçalı, memeleri dışarıya taşmış, çizgili, ayaklarını örten bir fistan giymiş, beline yeşilli kırmızılı püskülleri sarkan bir kuşak dolamış, ayağında rugan kundura, başında yeşil bir ipekli başörtü, büyük kara gözlü, dimdik yürüyen, boynu çok uzun, kırmızı dudaklı, azıcık da soluk yüzlü bir kadın geldi:
"Hoş geldin Ali Ağa kardaşım," dedi.
Ali, "Hoş bulduk," derken yere bakıyordu.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:13 pm

64
I
"Vay, vay, vay," diye başladı kadın ardından da. "Ölüsü davul gibi şişmiş Ali Safa Beyin. Yatağa yorgana sığmıyormuş, Hüt dağı gibi olmuş. Bir de kokuyormuş. Bu gece bütün kasaba vı sarar bu koku, diyorlar. Bu gece biz kokudan kasabayı terk ederiz, diyorlar."
Hüsne Hatun Murtaza Ağanın ilk karısıydı ve otuz altı yaşındaydı. İskenderun yörelerinden bir Türkmen Beyinin tek kızıydı. Onu almak için Murtaza Ağa her şeyi yapmış, elinde avucunda ne varsa onun uğruna harcamıştı. Onu, ondan sonra evlendiği öteki genç karılarından daha çok severdi her zaman. Hüsne Hatun ona üçü erkek beş çocuk doğurmuştu. Öteki genç kadınlarmsa altışar çocukları vardı, daha da doğuruyorlardı.
Öteki kadınlar Aliye, hoş geldine, gelmediler. Töreye göre, eve gelen yakın akraba ya da çok yakın dost, bildik tanıdık değilse onlar yüze çıkamazlardı.
"Varsın koksun," dedi Murtaza Ağa. "Nasıl olsa bir gün gömülür. Toprak bütün kokuları örter."
"Örter," dedi Hüsne Hatun, "örter... Ne olmuş o İnce Memede, ondan hiçbir haber yok mu Ağa?"
"Yok," dedi Murtaza.
"Kim bu adam, ne bu adam, cin mi, peri mi, var mı, yok mu, kartal gibi ağaları, beyleri öldürüyor da ona kimse bir şey yapamıyor."
"Biz adam değiliz ki," dedi Murtaza Ağa. "Biz adam olsak o Abdi Ağayı bile öldüremezdi. Arif Saim Bey burada, Halilin evinde, korkularından ona kimse bir şey söyleyemiyor, benim de ağzımı kapattılar, sanki şu bizim Arif Saim Tanrının öz bir vekili... Ödleri kopuyor herkesin ondan, donlarına sıçıyorlar korkularından. Ali Safa da gitti gider. Bundan sonra sıra bizde. Bizden sonra da Arif Saimde. Arif Saimden sonra da..."
"Hüt dağı gibi şişti fıkaranın ölüsü, kokuyor," dedi gene Hüsne Hatun. "Yemeğinizi yiyin de..."
"Hamamlığı yakın Hatun, büyük bir kazan su ısıtın. Ali kardaşım çok uzaklardan geliyor, bir iyice yunsun arınsın. Bir kalıp da kokulu sabun verin. Bir kat da benim donumdan, gömleğimden verin. Ali kardasın yatağını da benim odama se-
65
rin. Bundan böyle biz aynı odada yatacağız. Bu İnce Memed azıttı, hiç belli olmaz ki..."
"Hiç belli olmaz," dedi Hüsne Hatun içini çekerek. "Bu azgın insanların ne yapacakları hiç belli olmaz. Küçükalioğluna, dağlar kartalma ne yaptılar, evini basıp onu paramparça ettiler. Ben işte şu gözlerimle gördüm olanı biteni. Hem de parçalayanlar yabancılar da değil, kendi eli aşireti. İnsanlar azgın, azgın... Ali kardaşı ben çok duydum. Yemek gelsin mi?"
Murtaza Ağa Topal Aliye baktıktan sonra:
"Gelsin," dedi.
Hüsne Hatun Topal Aliyi tepeden tırnağa süzerek yerinden kalkıp mutfağa ağır ağır, salınarak gitti, az sonra da genç bir kız koskocaman, işlemeli bir bakır sini, bir cicim sofrayla geldi, cicimi kilimlere serip siniyi üstüne koydu. Ardından da yufka ekmek dürümleri, bakır sahanlarda yahni, pilav, yoğurt, kızartılmış keklik eti geldi. Sofraya bağdaş kurup başladılar tüten yemekleri kaşıklamaya. Yemek uzun sürdü. Yemekten sonra gene aynı kız ibrik, leğen ve boynuna atılı apak bir havluyla geldi, Alinin eline su döktü.
"Su ısındı mı?" diye bağırdı içeriye Murtaza Ağa.
İçerden Hüsne Hatunun, "Hazır" diyen sesi geldi.
Kız, Alinin önüne düşüp hamamlığı gösterdi. Ali alelacele soyunup yıkanmaya başladı.
Yatak odasında büyük bir gaz lambası yanıyordu. Şişesi de pırıl pırıl parlıyordu. En küçük bir is bulaşmışlığı yoktu. Lambanın karpuzu koskocamandı ve pembesine mavi çiçekler işlenmişti.
Murtaza Ağa yer yatağına girmiş, ipekli ak ince bir çarşafı boğazına kadar çekmişti. Ali, uzun bir süre sonra Ağanın gömleğini, uzun paçalı donunu giymiş, odaya büzülmüş, sıkılmış girdi. Bütün bedeni kokular içindeydi. Anadan yeni doğmuş gibi olmuştu. Hemencecik Ağanın yanma serili yer yatağına girip o da ipek çarşafı boğazına kadar çekti. Ömründe hiç böyle bir yatak görmemişti. Birden aklına düştü, Ali Safa Bey de, şu Hüt dağı gibi şişmiş adam da bütün ömründe böyle yataklarda mı yatmıştı? Böyle sakız gibi, böyle yumuşacık, böyle ipeği insanın tenine değince ürperten...
66
"Demek Ali sen her yaratığın izini bilirsin, arıların bile?"
"Az çok Ağam."
"Nereden belledin bütün bunları?"
"Kendiliğinden, meraktan, avcılıktan..."
"Hiç ustan muştan yok muydu, örnek aldığın bir adam?"
"Vardı. Adına Kel Hacı derlerdi. Gökteki turnanın, uçan sineğin, yerdeki yılanın izini bile sürerdi. Allah vergisi... Ve hem de her izi tanırdı. Ben önce onu tanıdım, babamın çok bir can arkadaşıydı. Ondan sonra ben keklikleri çok severim. Keklik palazlarının izini sürmeye başladım ilk olaraktan. Bir iyice öğrendim kekliklerin huyunu suyunu. İzlerini sürerek yuvalarını bulurdum. Yılda belki beş yüz keklik palazı yakalar, büyütürdüm. İşte böyle. Kel Hacıya gelince hünerini kimseye öğretmedi, oğluna bile. Yanma da hiç çırak almadı. O nerdeee, biz ner-deee... Öyle bir izci bu dünyaya ne geldi, ne de gelir. Biz onun yanında çocuk kalırız. Yel Musa bile onun eline su dökemez."
"Tevatür."
"Tevatür," diye yineledi Ali.
Ondan sonra da Ali öteki kuşlara merak sarıyor, sarp, üç kavak boyu bir kayalığa, şahin yavrusu almak için tırmanırken düşüp ayağı kırılıyor, bundan dolayı da işte böyle topal kalıyor, ama gene de kuşların izini sürmeyi bırakmıyor. İzlerin ardınca dağ taş, bayır demeyip dolaşıyor. Bir iz gördü mü bir yerde, o izin ne izi olduğunu ölüyor, bitiyor, tükeniyor ama gene de o izi buluyor, öğreniyor. Kuşlardan sonra da yabani hayvanların izlerine merak sardırıyor, bundan dolayı koyak, kaya, doruk, yamaç demeyip şu koca Torosu dolaşıyor. Sonra küçük böceklerin, karıncaların, kelebeklerin, sümüklüböceklerin izlerini öğreniyor. Ardından da insanların... Alinin bu dünyada işi bu, hüneri bu. Yeryüzünde çok az ölümlüye nasip olmuştur böyle bir hüner. Bu iz merakından dolayı Ali suların, ağaçların, sudaki balıkların, her bir şeyin huylarını öğrenmiştir. Ali bir seferinde karşısına çıkan bir yılanla karşı karşıya, göz göze gelmiştir. Ne o ondan gözünü ayırabilmiş, ne de bu... Büyülenmiş gibi böylece bir gün akşama kadar gözlerini biribirlerinin gözlerinden çekmeden, gözleri biribir-lerine kenetlenmiş kalakalmışlardır. Böyle bakışırlarken Ali
67
yılanın yüreğinin içindekini, aklından geçenleri okumuş, yılan da Alinin içinden geçenleri... Sonra gün batarken yılan başını yere indirmiş, arkasını dönmüş, çıngırağını öttürmeden akmış gitmiş, neden sonradır ki, ta uzaklardan onun sevinç içindeki çıngırağının sesi gelmişti.
"Ali, sen kayıptan da haber verirmişsin."
Ali o anda yatağının içinde doğruldu, korkuyla:
"Yok, haşa! Biz kim, kayıptan haber vermek kim... Yok, ha-şa..."
"Ben öyle duydum da...
Ali Torosta dolaşırken tilkilerin, kurtların, yabanıl parsların, vaşakların, yabankedilerinin, ayıların da izlerini sürüp onların yuvalarını, inlerini buluyordu. Birkaç gece kış uykusuna yatmış ayıların mağarasında, ayılara sarılarak yatıyordu. Çok çok yağmurca, çok sığın, çok karaca, çok susamuru, çok sansar vuruyordu. Şahinlerin, kartalların, doğanların yuvalarını buluyordu izlerini sürerek... Çiçeklerle de konuşuyordu. İnce Me-med, şu dünyadaki yaratıkların en soylusuydu. İnce Memed onun iki gözünün bebeğiydi.
"Çoluk çocuğunu da dağlardan getirmelisin Ali."
"Sana daha önce de söyledim ya Ağam, ben evi dağdan alır da ovaya indirirsem İnce Memed bundan kuşkulanır. Anladın mı?"
"Anladım," dedi Murtaza Ağa, hiçbir sebep yokken içini çekerek. Ardından da ekledi, "aaah, Ali, aaah," diye ciğeri sö-külürcesine soludu, "aaah. Şu kafirin pis bedeni bir ortadan kalksın, bak ben sana neler yapacağım, ne iyilikler..."
Ali başını ona doğru döndürmüş ona bakıyor, bekliyordu.
"Buyur Ağa."
"Bak sana ne yapacağım, seni senin köye gönderip evini barkını aldırtıp getirteceğim. Sana çiftlikte, istersen kasabada, kasabada olsun daha iyi, seni ölünceye kadar yanımdan ayırmayacağım da, bir ev yaptıracağım. Çiftlikten tarlalar vereceğim, altına da bir Arap at çekeceğim ki, Çukurovada böyle bir at bir tane olsun." Coşmuştu: "Ali!"
"Buyur Ağam."
"Yarın senin altına bir at çekeceğim Çerkeş eyerli, bir Arap
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 3 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 3 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Salı Ara. 08, 2009 9:13 pm

68
Hem de yaşı dört, donu da demirkır. İnce Memed duysun da çatlasın. Çatlasın, değil mi?"
Ali:
"Çatlasın," dedi.
"Uyuyalım öyleyse. Unutma, yarın senin giyitleri alacağız. Yarın akşama. Fötür şapkayı da unutma. Yarın bambaşka bir insan olacaksın. Bir de aaah, bir de ayaklarına postal değil de kundura, hem de parlak kundura olsaydı... Sen benim karda-şım değil misin, Mustafa Kemal Paşa gibi giyinmelisin. Hiç ömründe ceket pantolon giymedin, başına da fötür şapka takmadın, değil mi?"
"Takmadım."
"Haydi uyuyalım... Kokuyor..."
"Ölü kokuyor."
Ali hemen uyudu. Murtaza Ağanınsa sabaha kadar gözlerine uyku girmedi. Birkaç kere de Alinin uykusu ağır mı, hafif mi, diye denedi. Alinin uykusu kuş uykusu gibiydi, en küçük bir çıtırtıda hemen uyanıp yastığının altındaki tabancaya o anda hemen el atıyor, ses çıkaranın Murtaza Ağa olduğunu anlayınca da gülümseyerek başını yastığa koyuyor, koyar koymaz da uyuyordu.
Sabahleyin uyandıklarında ikisi de sevinç içindeydi. Ali gittikçe Murtaza Ağayı sevmeye başlıyordu. Ve bu onu korkutuyordu.
Hüsne Hatun bu sabah çok güzel bir kahvaltı hazırlamıştı muteber konuğuna. Bir top, daha ayran kabarcıkları üstünde tereyağı, ak petekli bal, taze kaymak, süt, çay, kendi eliyle yo-ğurup pişirdiği fırın ekmeği, peynirler... Kahvaltı sofrasında bir kuşsütü eksikti. Gene akşamki gibi hiç konuşmadan kahvaltılarını bitirdiler. Bu sabah Hüsne Hatunda da bir hafiflik vardı, içi, her nedense pırıl pırıldı.
"Haydi gidelim Ali, belki azıcık yalnız bulurum da Arif Sa-im dedikleri dümbüğü, asker kaçağını, Fransız casusunu da şu ince Memed belasını onunla konuşmak yolunu bulurum. Bu yılanın nasıl bir ejderha olduğunu belki ona anlatabilirim. Bir ay daha geçerse Kuyucu Murat Paşa Hazretleri Efendimiz de gelse, artık onunla şu Torosun kayalıklarında başa çıkamayacağını
69
bir bir ona anlatırım da onlar da akıllarını başlarına toplarlar. Dur bakalım, bu kanlı katil de derdimizi Ankaraya anlatabilecek mi?"
"Anlatır," diye inançla konuştu Hatun. "Yeter ki sen onun yakasını bir kez eline geçir, kurban olduğum Ağam."
Murtaza Ağa hızla merdivenlere atıldı. Siyah fötr şapkası elindeydi. Bugün lacivert bir takım elbise giymiş, ak bir gömleğin üstüne de kırmızı çizgili mor bir kravat takmıştı. Rugan pabuçları pırıl pırıldı. Yakasında da kırmızı bir mendil sokuluydu. Büyük gözleri her zamanki gibi bir korkudan, bir telaştan fıldır fıldır dönüyordu. Yüzü uzun, yüz çizgileri derindi. Alnı, gözlerinin kenarları kırışmıştı. Güldüğü zaman çıkık elmacık kemikleri, derin çizgileriyle cana yakın, sıcak, dost bir insan oluyordu.
O önde, Ali arkada merdivenleri inip Taşkın Halil Beyin konağının yolunu tuttular, oraya vardıklarında Murtaza Ağanın sevinci arttı, Beyin otomobili avluda yunmuş arınmış, silinmiş taptaze duruyordu.
"Dur orada," diye otomobile konuştu Murtaza. "Dur orada ki Murtaza Ağa senin kara gözlerini öpsün." Ardındaki Aliye döndü. "Sen de şu ağacın altında bekle, bekle ki, koca Tanrı belki yüzümüze güle. Oooof bu koku da ne, burnumun direği kırılacak. Neredeyse bayılacağım. Tabancan yanında mı?"
"Yanımda."
"İyi öyleyse, kokuyla sen nasılsın?"
"Ölüyorum."
"İyi, öyleyse bekle. Ölüdür kokar. Çok sıcak var. Ölüdür, katlanacağız."
Kapı açıktı, ikirciksiz içeriye girip merdivenleri çıktı. Taşkın Halil Bey onu merdivenin başında karşıladı.
"Yaktın bizi, mahvettin Murtaza," dedi öfkeyle. "Rezil ettin dünyaya. Nedir o telgraflar, Ankarayı topa tutmuşsun. Sen delirdin mi, ne oldu sana? Küçücük bir eşkıya çocuk bir adam öldürmüş dağa kaçmış. Daha yakalanıp yakalanmadığı da belli değil, sen sanki bütün dünya ayaklanmış gibi kasabadaki her kişiye telgraf çektirmişsin, sen delirdin mi? Bey şimdi uyanır da bunları duyarsa... Onun mebus olduğu bir bölgede böyle
70
vişsizük olsun, Bey bunu bir duyarsa, elbette duyacaktır, h hiç karışmam, seni çengele asar, ya da otomobilinin arkası-bağlar Adanaya kadar bir parçan kalmaz."
Ötekiler de şaşkın şaşkın onlara bakan Murtaza Ağanın yöresini sardılar, onlar da Halil Beyden daha sert konuştular. Bereket Bey uyuyordu da seslerini fazla yükseltip bağıramıyorlardı. Ama her sözleri Murtaza Ağanın yüreğine bir ağılı hançer gibi saplanıyordu. Ne yapacağını, kendini nasıl savunacağını bilemez, ortada kalmış gözlerini kirpiştirip duruyordu. Sonunda:
"Kokuyor," diye bağırdı, "amanın ne kadar da çok kokuyor. Amanın ölüsü batsın, dirisi de, telgrafı da batsın, her şeyi de... Amanın burnumun direği kırıldı kokudan. Amanın ha... Bey uyanmasın. Ya Bey uyanırsa bu koku içinde yandık. Ne yapalım?"
"Ne yapılabilir, ölü evi burnumuzun dibinde. Gerçekten
koku dehşet... Ne yapılabilir?"
"Ölüyü Bey uyanmadan evden alıp hemen camiye götürmeli."
"Götürmeli," dedi Mustantık Rüştü Bey.
Kaymakam da gelmişti:
"Derhal götürmeli/'
Savcı:
"Hemen şu anda... Bey bir uyanır da..."
Emekli yargıç Hüdai telaşlandı:
"Kolonya, kolonya..." diye.
"Bütün kasabadaki kolonyaları ölü evine taşıdılar."
Birden içerden böğürür gibi bir ses duyuldu.
"Uyandı," dedi Halil Bey. "Bu kokuyu Beyin burnunun almamasının mümkünatı yok."
Hemen odaya koştu.
Bey uyanmış ortada don paça dönüyor, pijamasını çıkarıyor, yeniden giyiyor, pantolonunu, gömleğini arıyor, bulamıyor. Şaşkın, perişan...
Kendine azıcık gelince bas bas bağırmaya başladı:
"Kokuyor, kokuyor, dayanamayacağım, kokuyor! Bu böyle kokan şey nedir? Kokan, kokan..? Bu koku ne kokuyor? Pantolonum nerede?"
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz