Ninova
İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Bebek10

Join the forum, it's quick and easy

Ninova
İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Bebek10
Ninova
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:34 pm

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal
Yüce dağ başında bir koca kartal Açmış kanadını dünyayı örter
Romanın başlangıcındaki Leonardo da Vinci'nin yazısı Mentor Books'un bastığı The Notebooks of Leonardo da Vmri'den alınmış (sayfa 202) ve Murat Belge tarafından çevrilmiştir.
"Sınırlarımızın yakınlarındaki Kalindra şehrine girdim. Bu şehir Toros dağlarının Fırattan ayrılan kolunun eteklerinde kuruludur. Ve batısında koca Toros dağının doruğu yükselir. Bu doruk öylesine yüksektir ki gökyüzüne dokunur gibidir. Dünyanın hiçbir yerinde bu dağdan daha yüksek bir dağ yoktur. Daha güneş doğmadan dört saat önce yamaçlarına gün vurur. Bu dağ dünyanın en ak taşından yaratıldığı için ışıl ışıl pırıldar ve karanlığın ortasında parıldayan ay ışığı gibi çevredeki Ermenilerin yollarını aydınlatır. Yüksekliği öyle bir yüksekliktir ki, en uzak gökteki bulutların, düz bir çizgi imlinde dört mil yukarısına çıkar. Batıya doğru baktığınızda gecenin üçüncü kısmından sonra bile güneşin bu dorukları aydınlattığını görürsünüz. Hani bir zamanlar durgun havalarda, göktaşı sandığımız, gecenin karanlığında biçim değiştirdiğini gördüğümüz, kimi zaman iki üç parçaya ayrılan, kimisinde kısa, kimisinde uzun gözüken şey işte budur. Bütün bu değişikliğin sebebi dağın bu kısmıyla güneşin arasına giren, gün ışıklarını kesen bulutlardır.
Torosun bu yamacı o kadar yüksektir ki, haziran ayında güneş tam tepedeyken, dağın gölgesi on iki günlük Sarmatyanın kıyılarına düşer. Aralık ortasındaysa, kuzeye doğru bir aylık yolculuk sonunda ulaşılabilen Karadeniz dağlarına kadar uzanır. Rüzgara bakan yüzü her zaman bulutludur, pusludur. Çünkü kayaya çarpan rüzgar iki kola ayrılır, sonra da dağın öbür yanından iki kol yeniden birleşir ve bu esinti sırasında her köşe bucaktan topladığı bulutları ardı sıra sürükler getirir, orada bırahr. Buralarda her zaman gök gürler, yıldırımlar düşer, bulutlar öylesine toplanır ki yağıştan
kayalar yarılır, aşağı doğru seller akar. Dağın eteğine yerleşenler çok zengindir, buralarda güzel dereler, çaylar akar, her zaman verimlidir, her köşeden ürün fışkırır. Üç mil tırmandıktan sonra koca çam ormanlarına, gürgenliklere, böyle başka ağaçlara gelinir. Bundan sonra, bir üç mil daha çayırlardan, otlaklardan geçilir. Ondan sonrası yıl boyu eksilmeyen kardır. Bu karlı alan da on dört mil daha gider. Oralarda daha doruğa varmadan, yakıcı bir havayla karşılaşır ama rüzgarın imini timini duymazsınız. Orada hiçbir canlı da yaşamaz. Yalnız doruktaki yarıklarda barınan, avlarını aramak için bulutlardan aşağıya süzülen birkaç alıcı kuş vardır. Ağaçlıklı tepeler bitince, bulutların başladığı yerin yukarısı çıplak kayalıklardır. Kayalar da apaktır. Görülmemiş bir aklıktadır. Bu sert, zorlu yamaçlardan doruğa çıkmanın mümkünü yoktur."*
Toroslar ovayı bir ay gibi çepeçevre kuşatır. Ve Çukurova Akdenizle dağların arasında kalır. Ovayı kuşatan dağlar kat kattır. Ta görünmeze kadar açık maviden, maviden, mordan, laciverde uzanır, çok uzaklarda da göğün belli belirsizliğinin içine karışır gider.
Dağların koyakları koyu gölgelidir. Gün doğarken gölgeler batıya, yıkılırken doğuya dönerler. Çok sıcaklarda oralardan ovaya ince bir serinlik iner gibi olur. Ve dağlar gün gün, an an değişir. Gün doğarken kimi günler altın sarısına batar, bu sarılık kızıla, sütbeyaza, ardından ince bir maviye keser. Mosmor da olur. Öğleüstleri, çok sıcaklarda bir turuncuda da tüter, her yer yanarken, her yan bombozken.
Sonra da laciverde dönüşür, bahar aylarında menekşedir dağlar. Yamaçlarına altın çiviler çakılmış gibidir. Menekşenin, laciverdin üstünden, yumuşacık, sonsuza kayarlar bir ışık selinde.
Görkemli Düldül dağı kat kat olmuş, üst üste binmiş yatık dağların ardındadır. Sütbeyaz ışığıyla bütün yöreyi ısıtarak döner. Başı çoğu zaman bulutsuzdur. Yazın da daha çok mor bulut rengindedir, ya da tüten bir kızılımsı bakır morundadır. Lacivert, çok pembe karışımında tüter söner. Doruğunda da bir iri, dönen, savrulan yıldız salınır durur.
Leonardo da Vinci
10
Toros dağlarının dorukları salt kayalıktır. Kayaları ak, pembe kırmızı, kahverengi, turuncu, yeşil çakmaktaşıdır. Çakmak-taşlarmın üstünde geniş kanatlı kartallar dönerler. Çakmaktaşı doruklardan aşağılara inilince ormanlar başlar. Bunlar çok gür ormanlardır. Yabanıl hayvanlar barınağıdır buralar. Her bir çamı, sediri, gürgeni, çınarı göğe ağmıştır. Pınarlar kaynar her bir koyaktan, kaya dibinden, yamaçtan. Yarpuz, çam, çiçek kokar suları. Kimisinde, büyüceklerinin içinde alabalıklar oynar. Bir ağaçtan çakmaktaşma, bir yamaçtan dereye son hızla inerler.
Ve Çukurovayı Toroslar yaratmıştır. Çok eskiden Akdeniz Torosların tam eteğinden başlardı. Sonra Ceyhan, Seyhan, sonra öteki irili ufaklı dereler, çaylar Torosların tüm bereketli topraklarını taşıyarak denizi doldurdular, ortaya Çukurova çıktı. Ova güneşle, ışıkla doldu. Sular sakırdadı. Toprak bereketten deniz gibi taştı.
Seyhanm anası Zamantı suyudur. Kaynağını Uzunyayla-dan alır, uzun bir düzlükten geçtikten sonra Toroslara varır. Orada çakmaktaşından kayalara çarpar, mor, sert kayalıklardır bunlar. Zamantı kayalarda köpürür, derin koyaklara düşer. Çok aşağılardan toprağı oyarak baş döndürücü bir hızla akar. Gene önüne kayalar çıkar, kayaları aşamaymca toprağı deler, yerin dibine girer... Uzun bir süre yer üstünde gözükmez. Sonra birden yukarıya fışkırır. Deli bir hızla, çılgınca savrularak kayadan kayaya başını vurur, önüne bir çakmaktaşından dağ yeniden çıkıncaya kadar. Sonra gene yerin dibine batar, çıkar... Çok çok pınar, çok dere, çok çay alır Torosları aşmcaya kadar. Bir de Göksuyu alır. Göksu Torosun Tahtalı dağından doğar, o da çok pınar dere, çok çay alır, sonra da gelir Zamantıya katılır. Ondan sonra bunların adına Seyhan derler, bir ulu su olur. Her bir su o kadar aydınlıktır ki, sanki akan su değildir de ışıktır. Dibine kitap düşse okunur.
Ceyhana gelince onun gözü Binboğaların göbeğindedir. İlk doğuşunda ona Horman deresi derler. Horman deresi Nurhak dağlarından gelen Söğütlü deresiyle birleşir... Coşkun deli bir su olur. Torosları bir uçtan bir uca biçerken Aksu, Körsulu, Çayır, Savrun, Sumbas, Handeresi, Cerpeçe çaylarını ve daha nicelerini, binlerce pınarı, gözü, dereyi alarak büyük Akdenize
11
ulaşır. Seyhan da, Ceyhan da Akdenize binlerce, yüz binlerce ton toprakla birlikte gelirler. Binlerce, yüz binlerce ton mil yayarlar Akdeniz kıyılarına. Her yıl ova biraz daha, biraz daha büyür ve Torosta kayalıklar her yıl biraz daha arınarak sivri ak kayalıklar biraz daha ortaya çıkar. Ve belki bir gün Torosta hiç ağaç, hiç toprak kalmayacak, koca Toros salt kayalık olaraktan dikilip duracak gökle toprak arasında. Keskin kayalar kızgın bakır mor kızılında tütecek ve belki de bir damla su kalmayacak bu çıplak kayalıkların Torosunda... Belki bir tek bitki bitmeyecek bu ustura keskini kayalarda. Belki bir tek canlı yaşamayacak.
Akdeniz kıyılarında toprak da deniz gibi dalgalanır, köpü-rür. Geniş ova da, ulu Toroslar da Akdeniz kadar mavi, Akdeniz kadar ışıklıdır. Akdenizin üstünde ne kadar ışık kaynarsa, ovanın da, Torosun da üstünde öylesine ışıklar balkır. Dağlar nasıl kaya, çam, yarpuz, çiçek kokularıyla yüklüyse, geniş, düz ova da toprak, deniz, portakal, limon, turunç kokularıyla yüklüdür. Ve yılın her gününde gebe toprak çılgıncasına ağzını açmış, verimden delirmiş gerinerek baharı, Torosun göndereceği yağmuru bekler. Günün birinde de Aladağm göğünü kapkara bir bulut örter, sıcak bir yağmur yeli bütün ovanın üstünü yalayarak geçer. Ardından iri, sıcak damlalar dökülür. Sonra da yağmur boşanır, ortalık sel sele gider. Yağmur kesilir kesilmez de ova ağzına kadar bitkiyle, çiçekle, kuşlarla, böceklerle dolar. Ova bir sevinç mestliğinde yumuşak, ılık nennilenir. Turunç, portakal, limon ağaçları köpürür. Ilık yeller çiçek kokularını alır, bütün ovayı baştan sona geçerek Toros dağlarına götürür.
Dağlardan sularla birlikte kartallar da inerler ovaya. Bataklıklar bir kuş cenneti olur yılın on iki ayında da... Renk renk, cins cins kuşlar doldururlar bataklıkları. Doğudan batıya, güneyden kuzeye göç eden kuşlar Çukurova bataklarına uğramadan yollarına gidemezler.
Çukurovada her şey saydamdır. Kayalar, toprak, ağaçlar bile. Kuşlar, böcekler, yılanlar, insanlar bile... Gökyüzü ışıktan bir mavidir. Geceleri de ortalık silme yıldız döşelidir. Ve sularının dibine Kuran düşse okunur.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:35 pm

12
Anavarza kayalıklarından, kayalıklardaki kaktüs ormanının arasından aşağı ovaya saklanarak, sinerek inen Memed kendisini devedikenlerinin içinde buldu. Burada devedikenleri bir orman gibi üst üste bitmişlerdi. Dikenlerin üstünden Meme-din başı bir görünüyor, bir yitiyordu. Bahar alabildiğine patlamış, Anavarzanın kayalıkları arasındaki kırmızı topraklarda sarı çiğdem çiçekleri üst üste fışkırmıştı. Kayalıklardaki, her birisi bir ağaç büyüklüğündeki kaktüsler de kırmızı, mavi, sarı, ak çiçeklerini açmışlardı. Eşekanları, balarıları, sarıcaarılar büyük çiçeklerin içlerini doldurmuşlar, kanatları ipiltilerde, çiçeklere girip çıkıyorlardı. Kayalardan, kayaların üstündeki örenlerden bir yeşilliktir aşağılara delicesine iniyordu. Memed geceyi büyük surun doğu yönündeki bir kovukta geçirmişti. Çıngıraklı yılan korkusundan ilk horozlar ötünceye kadar gözlerine uyku girmemişti. Uyandığında gün kuşluk olmuştu. İnceden ılık bir yel esiyordu. Kocaman el büyüklüğündeki ak kelebekler küme küme çiçeklere, otlara iniyor kalkıyorlardı. Aşağıdaki Akçasa-zın üstüne kalın bir pus çökmüş, hiçbir şey gözükmüyordu. Güneyde Ceyhan ırmağının kayalıkları yaladığı yerlerin üstünde, öyle durup duran bir top ak bulutun altında on bir tane kartal uçuyordu, kanatlarını germiş, yönlerini daha yeni fisile-miş güney yeline dönmüşler, orada, çok mavilemiş duru gökyüzünde kıpırdamaz gibi duruyorlardı.
Devedikenleri de mor dikenlerini koskocaman açmışlar, bir hoş, ot gibi, acı pıtırak gibi kokuyorlardı. Meçned bir ara oldu-
13
.. i S'1
ğu yerde durdu. Gözü Anavarza kayalıklarına çakıldı kaldı. Yüzüne birden bir mucuk bulutu gelip sıvandı. Memed, bu sinekleri duymuştu. Yüzündeki sinekleri iki eliyle sıyırdı. Bir daha yüzünü boş bırakmadı. Sinek bulutu geldikçe korunuyordu. Dün akşamdan beri kafası Recep Çavuşa, Deli Durduya, Abdi Ağaya takılmıştı. Şimdi hepsi de toprak olmuşlardı. Bu insanlar ne istiyorlardı, Deli Durdu, Recep Çavuş ne istiyordu? Bu ölümlü dünyada Abdi Ağa ne istiyordu? Ferhat Hoca ne istiyor? Sarıçiçekli Mahmut Ağanın öldüğünü duyunca sevincinden deli divaneye dönmüştü. Sabaha kadar uyumamış, Memede, "söyle hele, kurşunu yiyince ne yaptı, nasıl inledi, ne söyledi?" diye sormuş durmuştu. Memed de durmadan yeniden, yeniden anlatmıştı. Ferhat Hoca, onun anlatmasına doymuyor, "daha, daha, daha Memed, daha," diyor, onu yeniden, yeniden, anlatmaya zorluyordu. Memed de artık uydurmaya başlamıştı. O uydurdukça öteki daha istiyordu. Mahmut Ağanın ölümünden bu kadar tat mı alıyordu? Onun her anlatışında yüzü büyük tatla geriliyor, gözleri ışılıyordu. Böylesine sevinç, hiçbir olay karşısında hiç kimsede görülmüş değildi. Ya Recep Çavuş, o ne istiyordu? Memed, birçok olayı, birçok kişiyi anlamıştı da bu Recep Çavuşu hiç anlamamıştı. Her olay, her devinim, yaralanması, ölmesi bile onun için bir öfke, bir sevinçti. O, devinimi, eylemleri, daha da çok eylemleriyle dünyayı dolduruyor-du. Ya Kızılbaşoğlu, o ne istiyordu? İstediği yağız at işte dağlarda dolaşıp duruyor, varsa da atını yakalasa, alsa götürse ya... Attan, insanlardan, her şeyden, uçan kuştan, vızılayan sinekten bile ödü kopuyor, o da bir şeyler istiyor, istiyor ya, ne? Hürü Ana! O ne istediğini biliyor, diye güldü Memed. Hürü Ananın ince uzun bedeni, sevgi dolu gözleri, candan yürekten halleri geldi gözlerinin önüne. İçine şu kokulu, ılık bahar güneşi gibi bir sevgi doldu, "benim gül anam," dedi. "İşte böyle bir anası olan kişinin kıyamete kadar dünyası cennet olur, öyle değil mi anam?" Hatçe geldi gözlerinin önüne, kurşunu yiyip de öleceğini anlayınca, önce gözlerini Memede, sonra Iraz Anaya, sonra da belekteki çocuğa dikmiş öylece, canı çıkıncaya kadar bakmış kalmıştı. Birden farkına vardı ki, başı dikenlerin üstünden gözüküyor, ya birisi görmüşse... Karnı da acıkmıştı. Ağzının içi de
14
kayış gibi olmuş, anlaşmıştı. İlerdeki çukura doğru yürüdü, az inince artık başı dikenlerin üstünden gözükmedi. Bir sürü küçücük kuş, sapsarı, yeşil kırmızı, boyunları halkalı, mor çiçeklere, küme küme, incecik kanat sesleriyle inip kalkıyorlardı, Önünden usulca, çok uzun bir karayılan sırtı menevişleyerek akıyordu. Memedin eli tabancasına gitti yavaşça, yılan onu görmemiş, gördüyse de aldırmamış, orada öyle usulcana akıp gidiyordu. Memedin eli tabancanın üstünde kalakalmış onun geçip gitmesini bekliyordu. Uğurdur, diye geçirdi içinden. Atalar, bir şeyi hiç boş yere söylemezler. Bir insanın karşısına yılan çıkması uğurdur.
Yılan biraz gittikten sonra başını kaldırdı, belki bir karış kadar yukarıya dikti, Memedle göz göze geldiler. Yılan kırmızı çatal dilini çıkardı, dişleri de gözüktü, Memed tabancasını kabından çıkardı. Eli titriyordu. Ya yılan üstüne saldırırsa? Hemencecik de korkusu geçti, yılana nişan almaya gerek yoktu. Bir insan ne yana nişan alırsa alsın, eğer oralarda bir yılan varsa, kurşun gider onu bulurdu. Bu da Allahın bir hikmeti işte. Ama gene de Memedin yılana dönük tabancalı eli titriyor, yüreği de atıyordu. Sonunda yılan gözlerini onun gözünden ayırdı, bir karış daha yükselerek geriye, Memede döner gibi etti, şimdi başını iki karış kadar yukarıya kaldırmış, dili de çok daha uzamış, çok daha kırmızı kesilmişti. Memed gerilmiş, tetikteydi. Yılan ona dokunmazsa bir şey yapmayacaktı. Böylece yılanla karşı karşıya ne kadar bir süre geçti, hiç bilemedi, önündeki dikenlere bir küme, o sapsarı küçücük kuşlardan kondu. Yılan başını onlara çevirdi, kuşlar konar konmaz da pırrr, diye uçtular az ilerdeki daha gür dikenlere kondular. Tam bu sırada da Memedin elindeki tabanca patladı, kocaman karayılan ayak ucuna kıvrılarak cansız düştü.
Memed, tüh, diye içinden geçirdi, eli ayağı kesilmiş, yüzü apak kağıt gibi olmuş, yüreği delicesine atıyordu, tüh, uğurumuzu öldürdük. İçine, şimdiye kadar hiç bilmediği bir korku düştü. Ortadan biçilmiş yılanın kuyruğu daha öfkeyle oynuyor, yere şap şap vuruyordu.
Arkasına baktı. Tabanca sesini duyan olmuş muydu acaba, uzaktaki bulutun altında dönen kartallar çoğalmışlardı. İki üç
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:35 pm

16
du. Devedikenlerinin kocaman, mosmor, üst üste açmış çiçekleri esen incecik yelde ağır sallanıyordu. Gökyüzü, kalesi gözüken Anavarza kayalıkları, yukardaki Akçasazm yüksek ağaçları, gün ışığı ve gözüken her şey mosmor kesilmişti. Devedikeni çiçekleri morlarını ağır ağır bütün ovaya yayıyorlardı. Gündo-ğuda, az ilerde Hemite dağı, kuzeydeki Toroslar da mosmor kesilmişlerdi.
Memed, Müslümü bekleyeceği Akçasazdaki uzun kavak ağacını bu sabah uyanır uyanmaz, gözleriyle bataklığı tarayarak kolaylıkla bulmuştu. Şimdi ayağa kalksa da yönünü kuzeye dönse kavak ağacını bu çukurdan bile görebilirdi. Kavak ağacı, hay maşallah, öylesine uzamış gitmişti. Bu Müslüme de bir şey olmasındı. O da inatçı, Allanın belası bir şeydi. Tüfeğini elinden bir türlü bırakmıyordu. Ama çok becerikliydi ve Yüzbaşıyla Kertiş Ali Onbaşıya kin bağlamıştı. Böylesine bir deve kini olur değil! Bu Faruk Yüzbaşıyla Kertiş Ali Onbaşının ölümleri mümkünü çaresi yok onun elinden olacaktı. Müslüm gibi bir insanı hiç görmemişti Memed. Ne görmüş, ne de duymuştu. Onu oraya, Abdülselam Hocanın köyüne o götürecekti. Köyü o biliyordu. O köy denizin kıyısında, Gavur dağlarının dibinde, Payas kalesi yakmlarındaydı.
Memed, o köyü düşününce kendi kendine gülümsedi, içi açıldı biraz, çocukluğu aklına geldi. O köye gidecekti. Başka hiçbir şeyi düşünmemişti o zamanlar, o köye gidecekti, derdi günü buydu, o köye gidecek o adamın kapısına çoban duracak, denizi görecek, portakal bahçelerinin içinde gezecek, portakal çiçeklerinin kokusu onu mest edecekti. Dursun nereye gitmişti acaba? Belki de köyüne, yani o köye gitmişti. Kim bilir, Abdülselam Hocanın köyü Dursunun köyü olamaz mı? Kıyıda bin tane köy yok ya... Olamaz ya. Dursun merhaba, diyor ona. Merhaba Memed, merhaba incecik oğlan. Eskisi gibi önce saçlarını, sonra omuzunu okşuyor, sonra da kucaklayarak yerden kaldırıyor. Merhaba incecik oğlan, merhaba Memed... Nasıl benim köyüm, bak, ne kadar da güzel değil mi? Denize bak, ne kadar da köpürüyor, Allanın bir hikmeti, üstündeki gemilere bak, nasıl da yalp yalp ediyor, süt beyaz, bir ışıklı, ışığa doymuş bulut gibi, kayıyor, kayıyor, kayıyor incecik oğlum kayıyor. Gözleri
17
ne güzel güler Dursunun... Ela gözleri keder, acı dolu... Onun gözlerinde kederle sevinç bir aradadır. Bir tuhaftır yüzü. Dünyada hiçbir yüz onun yüzü gibi sıcak değildir. Hiçbir göz onun gözü gibi insana candan yürekten, okşayarak, insanı sevgi ışığına sararak bakamaz. Eşkıya mı oldun Memedim, Abdiyi mi öldürdün? Ünün dağı taşı tuttu, vardı gitti de Ankaraya ünü büyük Gazi Mustafa Kemali buldu. Mustafa Kemal Paşa senin namını duyunca çok sevinmiştir. O da senin gibi fıkara bir dul avradın oğlu. O da senin gibi fakir fıkarayı seviyor. Senin ününü, namını duyunca o, incecik oğlan, varın şu incecik oğlanı bulun da... bulun da... bulun da... Mor kayalardan mor yılanlar iniyordu, sular gibi akıyor, çağlıyordu. Mor kayalar çalkalanıyordu... Kayalar suların üstüne inmişler batmıyorlar, her bir yanlarından ışıklar fışkırıyordu, mosmor ışıklar... Dursun mor ışıkların, devedikenlerinin, mor kıvıl kıvıl yılanların ortasında kalmış dönüyordu. Memedin başı arkaya, ak yazılı taşa, beş yapraklı kabartma bir çiçeğin üstüne düştü. O uyur uyumaz da öteden öteki karayılanın tıpkısı bir karayılan gene ağır ağır, hiç akmıyorcasma geldi. Memedin önünden akarken başını kaldırdı ona bir tuhaf baktı, ardından da başını indirdi gene aktığını hiç belli etmeden aktı gitti. Sonra ardından onun tıpkısı bir yılan daha geldi geçti. Bu yılan uzun uzun Memedin yanında durdu, onu koklar gibi etti, birkaç kere başını ellerine uzattı, elini yalar gibi yaptıktan sonra başını çekti. Bir süre bir top oldu önünde kıvrıldı kaldı. Yumağının üstündeki başı Memede dönüktü. Orada ne kadar kaldı, başı yumağının üstünde ne kadar uyudu, orası belli değil, yanma başka kara bir yılan yaklaşırken başını kaldırdı, yöreyi araştırdı, az ötesinden geçen yılanın arkasına takıldı, ikisi birlikte böğürtlen çalılarının arasından akarak, merdivenlerden aşağıya, taş direklerin yanma indiler. Memedin tam alnının ortasına devedikenlerinden sızan bir güneş parçası vurmuştu. Anavarza kayalıklarından bir kuşun kesik kesik sesi geliyordu.
Büyük mor, sarı, ak kelebekler, cins cins, güneşe gelince çakan arılar, yüzlerce küçücük renkli kuş devedikenlerine iniyor kalkıyorlardı. Ötelerde, Ceyhan ırmağının öte gecesinde toz direkleri parlayıp sönüyordu.
18
Güneyde Akdenizin üstünde ak bulutlar kabarır, garbi yeli esmeye başlarken Memed uyandı. Ter içinde kalmıştı. Gözlerini uğuştururken yanı başına keleplenip oturmuş kocaman karayılanı gördü. Şaşkınlıkla ona baktı. Yılanın çatal dili azıcık dışar-da kalmıştı, göz göze geldiler, yılanın başında, sırtında pul pul yeşil, çakan menevişler vardı. Memed, tabancasına davrandı, "Allah belasını versin," diye öfkelenerek ayağa kalktı. "Burada da yer gök yılan."
Dereye aşağı yürüdü. Devedikenlerinden dışarıya çıkmak istemiyordu. Başı dikenlerin üstüne çıktıkça eğiliyor, ya da derenin dibine iniyordu. Derenin dibi de safi pıtıraktı. Daha pıtı-raklar yeşil olduğundan bacaklarına yapışmıyordu. Ama Memed, pıtırakların içinde uyumuş bir yılana basarım, diye, kendini kollayarak yürüyordu. Biraz yürüdükten sonra çok derin bir çukura düştü. Çukurdaki devedikenleri boyunu geçiyordu. Burada dikenlik bir orman gibiydi. Küçücük, renk renk binlerce kuş kaynaşıyordu. Her adım attıkça, üst üste binmiş bir kuş kümesi vıcırdayarak, telaşla havalanıyordu. Kelebekler, küren küren buradan oraya akıyor, bir dikene konduklarında dikeni süt-beyaz ediyorlardı. Memed birden Hatçeyi düşündü. Dikenlik, hiç bilmediği bir kokuda acı kokuyordu. Memed şimdiye kadar hiç böyle bir koku bilmemişti. Ardından Seyran düştü aklına, köye girememişti. Köyü, o geceyi düşününce tüyleri ürperdi. Az daha kapana kısılıyordu. Candarmalar, Memedin köye uğrayacağını düşünmüşler, köyün yöresini sıkı sıkıya kuşatmışlar, kuş uçurtmuyorlardı. Bir candarmanın öksürmesi, altındaki atın ürküp kaçması onu yüzde yüz bir ölümden kurtarmıştı. Arkasından sıkılan kurşunların hesabı yoktu. Ova uzun bir süre kurşun sesleriyle yankılanmıştı. Anavarzanın altına gelince-dir ki atının başını çekmiş, attan inmiş, kayalıklara o hızla tırmanmıştı. Biliyordu, yakında Anavarzayı da çevirecekler, yeri göğü insan alacak, onu yakalayacaklardı. Çok uykusu vardı, yorulmuş, tükenmişti. Başını kale surunun duvarına dayar dayamaz uyumuştu. Uyandığında çok şaşırmıştı. Yanında yönünde ne candarma, ne başka insan vardı... Kayalıklardan aşağıya indiğinde acından ölüyordu. Şimdi de acından ölüyordu. Buraları boş bırakmazlar, çevirirler Akçasazı da... Ve Akçasazdan da
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:36 pm

19
kurtuluşun mümkünü çaresi yoktu. Yürüdükçe terliyordu. Fı-kara Seyran, diye düşündü. O da gün görmedi Hatçe gibi. Anam da gün görmedi. Bana kim bulaştıysa acıyla yoğruldu, iflah olmadı. Hürü Ana aklına gelince içi sevinçle doldu. Bir tek onu mutlu edebilmişti. Uzaklardan bir turaç sesi geldi. Artan garbi yeli dikenleri yatırıyor, hışırdatıyordu. Belki de bu beladan da Allah onu kurtarabilirdi. Birden karşısına, hap diye, bir söğüt çıktı. Oraya koştu. Eşkıyalığı bıraktığına pişman olmuştu. Ne demişti de, bir hayalin ardına takılıp inmişti buralara. Dağda kalsa ölecekti, yüzde yüz ölecekti ya, dövüşe dövüşe ölecekti. Ama o dövüştüğü candarmaların suçu neydi? Ama kendisinin de bir suçu yoktu. O sadece tatlı canını savunuyordu. Ötekiler ondan ne istiyorlardı? Ölürüm de askere gitmem, dedi. Söğüt ağacının yanma gelince, vardı bir tümseğin üstüne sekilendi. Sırtındaki dağarcığını da hemen oradan aldı, ipini çekerek büzgüsünü açtı. Bu dağarcığı kim vermişti ona, ne zaman omuzuna geçirmişti, hiç anımsamıyordu. Dağarcıktan kocaman, hiç dokunulmamış bir somun çıkardı. Üç tane de peynir topağı vardı bir bezin içinde. Üç yumurta, on bir tane de ceviz gördü dağarcığın dibinde. Yanma yönüne bakındı, ortalıkta su falan yoktu. Şimdi yemeği yerse susuzluktan kavrulacaktı. Somunu, öteki yiyecekleri dağarcığa geri koydu, dağarcığın ağzını büzdü omuzuna astı. Tüfeği ağır geliyordu, çıkardı önüne koydu. İmam cüppesini çıkarmış, yanma, devedikenlerinin üstüne sermişti.
Ne yapacağını, bu kapandan nasıl kurtulacağını düşünürken, gözleri ortalıkta bir yılan arıyordu. Kavak ağacına gitmeli miydi? Ya Müslümü yakalamışlarsa, Kertiş Ali de onu işkenceye çekmişse, o da kavağın yerini söylemişse... Birden kendine sonsuz öfkelendi, etleri gerildi, kasları ağrıdı. Delirme ulan, delirme Memed, delirme yüreksiz, dedi. Müslümü yakalasalar da, etlerini parça parça kerpetenle koparsalar, gözlerini oysalar, derisini yüzseler de Müslüm hiç yerimizi söyler mi, delirme ulan, delirme Memed. Şimdi onun Müslüm için böyle düşündüğünü Hürü Ana duysa onu itin götüne sokar sokar çıkarırdı. Hürü Ana Müslümü ne bilirdi ki? Belki de obada görmüştü onu. Memedin kafası iyice karışmıştı. Akdenizin üstündeki bu-
20
ı
lutlar iyice yekinmiş, şişmişlerdi. Garbi yeli azıtmış dünyayı toza boğuyor, toz direkleri dönerek, yüzlerce, Akçasazın üstüne geliyor, orada sönüyorlardı. Aşağıdaki, Ceyhan ırmağının yanındaki yoldan durmadan atlılar, çamparaları Anavarza kayalıklarında yankılanan at arabaları geçiyordu. Garbi yeliyle birlikte de kuşlar havalanmıştı. Her bir yan ot, çiçek, saz kokuyordu. Patlamış bir yeşil doldurmuştu dünyayı. Patlamış bir devedikeni pembesi, moru almıştı ortalığı. Memed yerinden kalktı, sırtını ağaca döndü, şalvarının bağını çözdü, ötelere, devedikenlerinin dibine uzun çöğdürdü. Arkasına dönünce Anavarza kayalıklarında cam parçası gibi bir şeyin parlayıp söndüğünü gördü. O gördüğü şey belirsiz aralıklarla, güne gelince parlayıp sönüyordu. Arkasından da bir cayırtı başladı. Memed o parlayıp sönen şeylerin candarmaların alınlarındaki yıldız olduğunu anladı. Cayırtı kesilmiyor, kayalıklarda yankılanarak bir cehennem gürültüsünde sürüyordu. Eyvah, diye düşündü Memed, Müslümü kıstırmış olmasınlar. Yüreği çarptı. Ağacın yanma dikilmiş, gözleri Anavarzada. Kurşun sesleri kesilmeden sürüyordu. Telaşlandı. Acaba Müslümün yardımına koşsa mıydı, koşup gitse, o ulaşıncaya kadar Müslümü çoktan haklamış olurlardı. Gitmese... Gitmese... Bir karış çocuğu kurdun ağzına atmış olur, bundan sonra da, eğer içinde azıcık adamlık varsa ölünceye kadar kendini bağışlamaz, içindeki kurt onu yer bitirir boş kovana çevirirdi. Hiçbir şeyi düşünmeden yerdeki cüppesini aldı giydi, tüfeğini de omuzuna astı koşmaya başladı. Karşıdan devedikenlerini dalgalandırarak ona doğru uçarak gelen yılanı görünceye kadar sürdü bu koşması. Kara, uzun yılanı görmesiyle, o anda da bacağına demir bir çubuğun hızla inmesi bir oldu, bacağı kökten kesilmişcesine acıdı. Yılan, hiçbir şey olmamış gibi, yerden üç dört karış yüksekte, devedikenlerini sallayarak uçup gidiyordu. Yılan yitip gidinceye kadar arkasından baktı, sonra bacakları titredi, olduğu yere çöktü kaldı. Uzun bir süre yerinden kıpırdayamadı. Kulağı kayalıklarda-ki kurşun seslerindeydi. Birden ayağa fırladı, gene koşmaya başladı. O koşarken de birden kurşun sesleri, hep birden kirp, diye kesildi. "Eyvah," diye bağırdı Memed, "Müslüm gitti." Gene bacakları onu çekemedi, yere çöktü. Orada, çöktüğü yer-
21
de ne kadar kaldığını bilemiyor. Gözlerinin önünden son hızla fırt fırt kırlangıçlar geçiyordu durmadan. Koskocaman ak benekli bir mavi kelebek gördü. Kelebek başının yöresinde dolandı dolandı geldi elinin üstüne kondu, kanatlarını da çatıp orada öylece durup bekledi. Memed, kelebek uçup gider, diye, ne elini kıpırdatabiliyor, ne de öyle seslice soluk alabiliyordu. Burnuna bir güzel, ince bir çiçek kokusu geldi. Kulağı kirişte, Anavar-za kayalıklarından en küçük bir ses, bir çıtırtı bekliyordu. Elindeki kelebek de yerinden hiç kıpırdamıyor, kanatlarını bitiştirmiş öyle duruyordu. Âz sonra, kayalıkların dibinden bir yaylım ateşi sesi daha geldi. Memedin gözü elindeki kelebeğe gitti, kurşun sesleri arasız sürüyordu. Şu Allahm belasına bak, dedi içinden gülümseyerek, ne de güzel konacak yeri bulmuş. Ayağa kalkarken, hastir, dedi kelebeğe, elini salladı, kelebek uçtu, çok yükseklere havalandı, sanki kanatları tutmuyormuş gibi boşlukta, kanatları sarkarcasına oradan oraya çavarak geldi, bir sığırkuyruğunun tepeden tırnağa sıvalı san, pembe çiçeklerinin üstüne kondu. Memedin eli üstünde ne biçim duruyorsa öyle durdu. Memed, sığırkuyruğuna doğru hızla ilerledi ve kuyruğu salladı, mavi kelebek havalandı, bu sefer uzun bir süre havalarda dolaştı, sonra da gene geldi, başka bir sığırkuyruğuna kondu. Artık Memed, kelebekten vazgeçmişti. Ondan yana bakmadı bile. Anavarzanm altından kurşun sesleri bir kesiliyor, ardından da daha yoğun kayalıklarda yankılanıyordu. Tüfeğin namlusu üstünde kırmızı, kara benekleri büyük bir uğurböceği gördü. Bu bir büyük uğur, dedi ama, aldırmadı. Az sonra böcek uçtu gitti. İki üç adım sonra yuvarlak bir diken kümesinin üstünde uğurböceklerini kaynaşır görünce ağzı kulaklarına vardı, kümenin yanma çömeldi, kaynaşan böcekleri seyretmeye başladı. Diken kümesi böcekten kıpkırmızı olmuştu. Şu yılanlarda, kelebekte, başıma konan kuşta, oysa başına hiç kuş konmamıştı, bu uğurböceklerinde bir şey, bir iyilik, bir hayır var inşallah, diye umutlandı. Haydi varayım da kavak ağacına gideyim. Sel yatağına indi, çabuk çabuk Akçasazdaki kavak ağacına yürüdü. Ağaca geldiğinde tükenmiş bitmiş, devedikenleri, böğürtlenler karaçalılar, zıncarlar her bir yanını dalamışlar, şalvarı, saltasının etekleri parça parça olmuş, yırtılmış bacaklarında
22
kan kurumuş, tüm bedeni sızlıyordu. Belinden iki ağızlı Çerkeş hançerini çıkardı, sazlığın kıyısı on adım ötesindeydi, oraya gitti. Burada suların dibi çamur değil, çakıltaşıydı, susuzluktan ölüyordu, içmedi. Hançeriyle kıyıya epeyce uğraşarak bir çay-kara kazdı. Çaykaradan buz gibi bir su çıktı. Kıyıya oturdu suyun durulmasını bekledi. Su durulunca, dağarcığını aldı açtı, yiyeceğini çıkardı, yere serdiği cüppesinin üstüne koydu. Çay-karaya vardı, buz gibi suyu avuçlayarak içti. O kadar susamıştı ki dayanamadı, çaykaranın önüne yattı, ağzını suya dayadı. Karnı şişti, davul gibi oldu. Bir süre çaykaranın başında, öyle ağzı aşağı uzandı kaldı. Bütün bedeni havanda dövülmüşçesi-ne sızlıyordu.
Anavarza kayalıklarından yeni bir yaylım cayırtısı gelince ayağa fırladı, yönünü oraya döndü. Gün aşağı sarkmış gitmiş, neredeyse batacaktı. Cayırtının başlamasıyla kesilmesi bir oldu. Birden acıktığı aklına geldi, hemencecik de cüppenin başına çöktü. Eli, ağzı makina gibi işliyordu. Bir çabuk çabuk yiyor, bir çaykaraya gidiyor bir avuç su içiyordu.
Karnını doyurunca kalktı, dağarcığını doldurdu, yırtık saltasını toparladı, geldi kavak ağacına belini dayadı oturdu. Gözleri kısılmış yöreyi seyrediyordu. Bataklığın kıyısında su kaplumbağaları güneşliyor, arada bir de içlerinden birisi suya atıyordu kendini. Kurbağalar uzun bacaklarıyla sazlıklardan, nilüfer yapraklarının üstünden azman çiçeklerin üstüne, oradan da suya atlıyorlar, suyun içinde uzun bacaklarıyla ötelere kadar gidiyorlardı. Sağda, bir sıra ulu söğüt ağaçları bitmişti. Gündoğusu kaplan sökemez, yılan giremez bir zıncarlık, çalılık, kamışlıktı, mor kamışlar, kavağın yarı beline kadar uzamışlar, bir ormanmışçasma, esen garbi yelinde gıcırdayarak, hışırdayarak sallanıyorlardı. Günbatıya, Anavarzadan yana da yemyeşil bir sazlık, berdilik, ta kayalıkların dibine kadar suların içinde top top uzanıyordu. Ayağındaki ayakkabıda da iş kalmamıştı. Keski çarık giyseydim, diye düşündü. Ayakları da dehşet sızlıyordu. Nasıl sızlamasın ki, diye düşündü, fıkaralar günlerce, kayalık, çalılık, ormanlık demeden yol teptiler.
Gün batarken az ilerisinden, top top sazlıkların oradan, tabanca sesine benzer bir şey pat diye, düştü. Ardından da bir
23
inilti geldi. Memed ayağa fırladı, İniltinin geldiği yöne doğru birkaç adım attı, bataklığın kıyısına gelince durdu. Keskin kulaklarıyla, sesin geldiği yanı dinledi. Birkaç kez uzaklardan su şapırtısı geldi. Balık atlamasına benziyor, dedi. Karanlık iyice kavuşuncaya kadar olduğu yerde bekledi, bir daha bir ses du-yamaymca geldi eski yerine kavak ağacına sırtını dayadı oturdu. Burnuna türlü kokular geliyordu, biribirine karışmış... Bataklık, yeşilden patlamış sazlık kokuları, yarpuz, su püreni, ekin, toz kokuları... Gece cikilemeye, uçsuz bucaksız bataklığın bütün kurbağaları bir ağızdan ötmeye, yakınlardaki köylerin köpekleri havlamaya başladılar. Birkaç adım ötesinde bir çakal üç kere üst üste pavkırdı, onu görünce bir anda karartısı deve-dikenliğin içinde yitti gitti. Onun ardından bir çakal daha geldi, önceki çakalın olduğu yerde o da pavkırdı. Onların arkasından birkaç çakal daha geldi, onlar da orada pavkırıp hemen yittiler. Karanlık çöktükçe bataklık uğulduyor, derinden soluklandıkça toprak sallanıyordu. Garbi yeli azıtmış kavağı bir iyice sallıyor, neredeyse yere yatıracak, kamışların başları biribirlerine giriyordu. Anavarza kayalıklarından puhu sesleri geliyordu, karanlıkta bir tuhaf kuş karartıları gecenin içinde, göğün aydınlık kalmış yerinde daha dönüyorlardı. Memed, karanlığın üstünde ışık içinde dönen kuşlara şaşkınlıkla bakıyordu. Şimdi filintamı elime alsam, şu aydınlığın içinde kendi kendilerine dönen kuşlardan birisini tenger menger düşürsem... diye düşündü. Ama bu yörenin bütün köylüleri, candarmaları buraya doluşurlardı. Candarmalar neysem ne ya, ille de köylüler zalim olurlar. Şu dünyada şu köylü milleti kadar zalim bir millet var mı, hele de zulmü kendi kendine. Dünyada hiçbir şeyden, yılandan ejderhadan, beyden paşadan, aslandan kaplandan, tek boynuzlu gergedandan korkmayacaksın, ille de bu köylü milletinden korkacaksın. Ne dostluğuna güveneceksin, ne de düşmanlığına. Bir bakmışsın dostken düşman, düşmanken dost olmuşlar. Ferhat Hoca hep ne der, bu köylü milletine güven olmaz. Pek iyi, çok güzel, Ferhat Hoca köylü değil mi? Topal Ali, Sarı Ümmet, Koçyiğit Köroğlu, sazı güzel, sözü güzel Dadaloğlu da, Genç Osman, Gizik Duran, zenginden alıp fıkaraya veren Çöt-delek, Müslüm çocuk da köylü değil mi? Kırklara karışanlar,
24
pirler ermişler, hep köylü değiller mi? Ben de köylü değil miyim? Ama biz başkayız. Tek tek, köylüler başka, diye geçirdi içinden... Ölümü kalımı, sevdayı zulümü bilen, Allah avazlı Karacaoğlan da köylü değil mi? Köylü değiller, diye bağırdı içinden... Onlar başka bir şeyler, başka bir insanlar. Köylüler, dünya kurulduğundan bu yana zulüm altındalar, zulme dayanmışlar, yoksulluğa, alçalmaya, aşağılanmaya, öldürülmeye, tutsaklığa, on yıl askerliğe, Yemene dayanmışlar, bunlar dayanamamışlar. En çok zulüm görenden korkacaksın. Fırsatını bulursa bin misli zulmeder... At kişnemeleri, çakal pavkırmaları, horoz sesleri, bataklığın yerleri sarsan soluklanmaları arasında dalar gibi oldu. Bir yağmur yağıyordu üstüne. Bir yağmur yağıyor, bir gün açıyordu. Bir taşın üstüne birisi oturmuş elinde bir alıcı kuşla yağız bir atın dizginini tutuyordu. Kayalıklardan doludizgin atlılar iniyor, atların nallarından çıkan kıvılcımlar ortalığa saçılıyordu. Atlıların karşısına Müslüm çıkıyordu, basıyordu kurşunu atlılara. Atlıların her birisi bir yere dağılıyorlar, her birisinin nallarının kıvılcımları bir tepeden gözüküyordu. Yılanlar akıyordu durmadan, kırmızı çatal dilleri dışarda... Yemyeşil yılanlar. Birden mosmor oluyorlar, ardından yalıma kesiyor, durmadan, durmadan Anavarza üstünden bu yana akıyorlar. Dilleri kırmızı, gözleri mercan... Mor devedikenleri-nin üstünden süzülerek... Memed kavak ağacının ta tepesine çıkıyor, en ucuna, doruğuna. Aşağıda gözleri dilleri kıpkırmızı, ışıl ışıl yanan, kırmızı yılanlar. Yılanların sırtları da ışıltı içinde... Müslüm az ilerde duruyor, yılanların kaynaşmasına bakıyor, hiç de korkmuyor, bu ne biçim korkusuz adam böyle, yılanlardan da korkmuyor. Bir toz direği geliyor bu anda kıpkızıl, yalıma kesmiş, başı kavaktan da yukarı, Anavarza kayalıklarından da yukarda. Toz direğin içinden yedi başlı, yedi kırmızı çatal dilli bir ejderha çıkıyor, duvar gibi yılanların önüne geriliyor, onları kavağın altından kovarak... Anavarzadan yılanlar daha durmadan uçarak geliyorlar, çarpıp kalıyorlar. Hatçeyi elinden tutmuş getiriyor. Bir eli yarasının üstünde, kanı şıp şıp toprağa damlıyor. Toz içinde kalıyor Hatçe. Hiç konuşmuyor, bir taşın üstüne oturuyor, taş apak oluyor, ışıklı. Az sonra kızıl kana kesiyor taş parçası. Taştan kanlar fışkırıyor. Sarı Mahmut
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:36 pm

25
Ağanın elinden tabancası düşüyor. Murtaza bağırıyor, bağırıyor, birden, kirp, diye sesi kesiliyor, turuncu yorganı başına çekip bir topak oluyor, küçücük bir mavi kuş yöresini mavileye-rek, gökyüzünün uzağında, aydınlığın ortasında, kuş, nereye uçarsa aydınlık da oraya gidiyor, kayıyor, kayıyor, geliyor. Me-medin başının yöresinde, saçlarını, tüm bedenini mavileyerek dönüyor, kuşun çok mavi salkım saçak kuyruğu var. Kırmızı gagası çok uzun, göğsü sapsarı, güneş sarısı... Gözleri mercan... Seyranın başının yöresinde de dönüyor mavi kuş, Seyranın saçları, yüzü, gözleri, tüm bedeni maviye kesiyor... Kuş durmadan, son hızla başının yöresinde dönüyor. Seyran soluk soluğa koşuyor cami avlusuna... Karakol çıkıyor karşısına, bir candar-ma duvarı... Candarma duvarını kuş aşıyor, geri Seyrana geliyor, cik cik, cik cik, sevinç içinde ötüyor. Candarma duvarı maviye kesiyor. Cami, karakol, çarşı, çarşının döşemesi, uzaktan şavkıyarak akan su, hep maviye kesiyorlar. Seyran candarmala-rın arasından geçiyor, duvarın dibinde dokuz eşkıya ölüsü. Çapraz fişeklik kuşanmış, tepeden tırnağa kapkara giyinmişler. Tüfeklerini kucaklarına yatırmışlar. Hiçbirisinin başı yok. Kuş geliyor birinci eşkıyanın başına konuyor, hikmeti huda, mavi bir baş çıkıyor ortaya. Böyle böyle, kuş sayesinde, dokuz başı da görüyor Seyran. Küçücük mavi kuş gülmeye başlıyor. Hem kanatlarını çırpıyor, hem başlıyor gülmeye. Gidiyor ölü eşkıyaların başlarına konuyor, durmadan, durmadan ortalığı çınlatarak gülüyor. Kasabanın üstünden uçuyor, köprüye, çaya, dağlara gidiyor, gittiği yerler som maviye kesiyor, geriye dönüyor, gülüyor, gülüyor. Küçücük kuşun gülmesi bütün kasabayı, dünyayı çın çın öttürüyor. Minareye konuyor, minare masmavi oluyor. Kuş gülüyor, gülüyor, o kadar çok gülüyor ki çatlayıp minareden aşağıya düşüyor. Seyran kuşun başında bir ağıt tutturmuş... Sarı Mahmut Ağa geliyor, kılıcını çekiyor, Seyranın başını uçuruyor, kuşun, Seyranın ölüsü başında Hatçe ağıt yakıyor, bir eli kanayan yarasında... Hürü Ana yağız ata binili, cami duvarını, altındaki ata atlayarak geliyor. Hatçeyi kolundan tutup terkisine atıyor, "Kör olasılar, kör olasılar," diye söyleniyor. "Siz, siz böyle ağıt yakarak öldüreceksiniz benim İnce Me-medimi. O ölmedi. O, caminin avlusunda yatan İnce Memed
26
değil, bir kuş, gülmekten çatlamış bir kuş ölüsü." Hatçe, onların yanından, bir ata binmiş giden Seyran, Seyranın başı yöresinde dönen mavi kuş gülmeye başlıyor. Gülüşleri Anavarza kayalıklarını çınlatıyor, arkalarından Hürü Ana da onlara katılıyor, o da bir gülüyor, bir gülüyor. Onlar böyle gülerek gitmekte olsunlar, karşılarına İnce Memed çıkıyor, "Ne gülüyorsunuz ocağı batmayasılar," diyor, "yanınıza bir de kuş almışsınız." Ötekiler, "Biz güleriz," diyorlar. "Allah böyle gülmekten geriye koymasın." Hürü Ana, yağız atın başını çekiyor, "Ne var oğlum," diyor, "işte şu altımdaki ömründe hiç yüzü gülmemiş at da gülüyor. Bre oğlum, ben İnce Memedin anasıyım, İnce Me-medin anası gülmesin de, kuşu, Seyranı, atı, köylü milleti, Çiçekli köyü gülmesin de kim gülsün."
"İnce Memedi çevirdiler Anavarzanın dibinde Candarma-lar, Ana. Bileklerine çelik kelepçe taktılar. Elindeki beşlisini aldılar. Boğazına kıl örme geçirdiler, Kertiş Alinin eline verdiler. Duydun mu Ana?"
"Duymaz olayım oğlum, sen kimsin? Bu kara kara haberi bana diyen dillerin çürüsün."
Hürü Ana, kuş, Seyran, Hatçe kasabanın kalabalığının ortasında kalmışlardı. Kalabalık gittikçe çoğalıyor, azgınlaşıyor-du. Ortada İnce Memed, başı kabak, ayağı yalın, boğazında bir kıl boklu örme, dili bir karış dışarda, boynu uzamış, gözleri pörtlemiş, bilekleri kan içinde, dişleri kenetli, şalvarı yırtılmış baldırları gözüküyor, bacakları, perçemi kan içinde. Perçeminden şıp şıp toprağa kan damlıyor. Bir uğultu, bir uğultu, kulakları sağır ediyor, kalabalık hem bağırıyor, eline ne geçerse, karpuz kabuğu, çürük yumurta, çürük domates, at, sığır boku, çamur, kaktüs inciri, taş, kaya parçası, hem de Memede atıyor. Memed sendeliyor, yere düşüyor, candarmalar onu yerde sürüyorlar. Tozdan çamurdan, pislikten Memedin hiçbir yanı gözükmüyor. Kalabalık, Memedin üstünden, ona tükürerek geçiyor. Amanın ne kadar da tükürükleri çok! Hiç de acımıyorlar. Memed tükürük altında kalıyor, ak köpükler. Hürü Ana tepeden tırnağa öfkeye kesmiş bağırıyor, "Bunlar kasabalı," diyor. "Köylü milleti her bir şeyi yapar da insana hiç böyle tükürür ü, ince Memed! Sen yanlış biliyorsun köylüyü, köylü milleti
27
insanoğluna böyle kıyar mı hiç, insanlığa, sen yanlış biliyorsun İnce Memed, köylü milleti, kim olursa olsun, isterse bin adamın kanlısı olsun, hepsini de derilerini yüzerek öldürsün, köylü milleti bir insana bunu yapar mı?"
Sesi kasabanın üstünde çınlıyor, başının yöresindeki mavi kuş her yanı maviye boğarak dönüyordu. Tam bu sırada Hürü Ananın altındaki yağız at Kertiş Alinin üstüne yürüdü, dişleriyle onu kaptı, ta caminin duvarına kadar fırlattı. Cami duvarı kan içinde kalırken Kertiş Ali boş bir çuval gibi yere yığıldı. At kalabalığın arasına girdi, önüne geleni kapıyor, arkasına geleni tepiyordu. Bir anda ortalıkta bir tek insan kalmadı o kalabalıktan. Kasabadan çıt da çıkmıyordu. Kuş, yöreye mavisini dağıtarak havada uçuyor. Seyran yerde yatanın başucuna oturmuş ığ-ranıyordu. Hürü Ana atı onun yanma sürdü, "Kalk oradan kız," dedi, "siz insanı ölmeden öldürürsünüz. O İnce Memed değil. Onun parmağında Anacık Sultanın yüzüğü var. Onu kimse vuramaz, yakalayamaz. Onu yılan yılanken, yılan bile sokmuyor."
"O yüzük onda değil, bende," dedi Seyran, yüzüğü Anaya gösterdi.
"Ocağım battı," diye inledi Hürü Ana, attan aşağı atladı, geldi, yüzükoyun yatmış ölüyü çevirdi, "bak kız Seyran," diye bağırdı, "bu İnce Memed değil. Bak kız Seyran."
Kuş hemen geldi, ölünün üstünde dönerek, dünyayı boyayarak uçmaya, ardından da gülmeye başladı. Hürü Ana buna çok kızdı: "Kes o gülmeyi," dedi, "kes! Yağlı kurşunlardan gidesi kuş, hiç ölüye gülünür mü, isterse düşman ölüsü olsun, kes!"
Kuş, kirp, diye gülmesini kesti, ardından da, uçtu gitti.
Memed ayağa kalktı, bir iyice gerindi, kemikleri çatırdadı. Mavi kuş başının yöresinde mavi halkalar çizerek uçuyordu. Uzaktan bir çatırtı duydu, kulak kabarttı, çatırtı bir duruyor, bir başlıyor, gittikçe de yaklaşıyordu. "Bu gelen inşallah Müslüm-dür," diye içinden geçirdi. "Eğer bu gelen Müslümse, o köye yerleşir yerleşmez, koca Allahıma bir kurban keserim."
Kuş daha başının yöresinde dönüyordu. Yılanlar, yalımdan dillerini dışarıya çıkarmışlar, devedikenlerinin üstünden akıp
28
geliyorlar, akıp geliyorlardı. Geliyor on adım ötede, küçücük mavi kuşların ördüğü, yalp yalp eden, menevişlenen duvarın önünde duruyorlardı. Yılanlar geliyor, gecede mercan gözleri ışılayarak, bir aydınlık kuşağı ortasında kalmış mavi kuş duvarının ardında duruyorlardı. Birden, her yılan duvardan bir mavi kuş kaptı. Kuşlar can havliyle vıcırdaşıyor, kıyameti koparı-yorlardı.
Bir ıslık sesini duyar gibi oldu, kulak verdi ortalığı dinledi. Esen garbi yeli dalları, kamışları biribirine katıyor, ötelerdeki tarlalardan ekinlerin ince hışırtılarını getiriyordu. Memedin, kirişteki kulağı en küçük bir sesi bile ayırt edebiliyordu.
"Bu gelen Müslümdür," diye söylendi sevinerek. Bu arada bir kuş sesine benzeyen bir ıslık daha duydu. Memedin de artık hiçbir kuşkusu kalmadı. Gökten leylekler inmeye başladı. Gergin kanatları, uzun kırmızı bacakları, gagalarıyla. Her birisi bir yılanı kuyruğundan yakalıyor, havalanıyor, o, havalanırken yılan ağzından küçücük mavi kuşu bırakıyordu. Ve yılanlar leyleklerin gagalarında kıvrılarak, kuşun bedenine varmak isteyerek, ulaşamayarak, kıvranarak uçup gidiyorlar, ağızlarından kurtulan mavi kuşlar da geliyorlar Memedin başı yöresinde halkalanarak dönüyorlardı. Kanat şapırtıları ortalığı almıştı. Kuş duvarı yeniden örülüyordu. Sevinç içindeydi.
Bir ıslık sesi daha geldi az ileriden, devedikenlerinin içinden.
"Sen misin Müslüm?" diye usulca konuştu Memed.
"Benim," dedi aynı yavaş sesle Müslüm. "Benim Memed Ağam. Ben geldim."
Başının yöresinde dönen kuşlar sevinç içinde şakıdılar.
Müslüm usulca çalının arkasından çıktı. Memed, onun karartısına koştu, kucaklaştılar. Bir süre öyle kucaklaşmış kaldılar.
"De hele Müslüm. Sabahtan bu yana Anavarzadan gelen kurşun sesleri sana mıydı?"
"Acımdan öldüm," dedi Müslüm. "Hepsini bir bir sana sonra söylerim Memed Ağam. Hele sen şu yüzüğü al hele..."
"Seyranı görmedin mi?"
"Al hele şu yüzüğü sen, gerisini sonra söylerim. Hele bir karnımı doyurayım. Bu yüzük parmağımda olmasaydı, ben çoktan şimdi cansız kara toprağın üstüne seriliydim. Öyle bir yüzük
29
ki, vay babam vay! Vay Allah vay! Bu yüzük senin parmağında iken sana top güllesi bile işlemez. Yaşasın Anacık Sultan."
Memed onu elinden tutmuş çaykaranm yanma götürüyordu.
"Otur sen şuraya şimdi ben azığı getiriyorum."
"Benim de var," dedi Müslüm, "o dursun." Belindeki azık çıkınını çözdü, önüne serdi.
"Şuraya, ayağının dibine bir çaykara eştim, suyu buz gibi, eğil de iç."
Müslüm önündeki suyu avuçladı.
"Buz gibi," dedi.
Yemeğini bitirinceye kadar bir daha hiç konuşmadı. Memed, onun konuşmasını sabırsızlıkla bekliyordu.
Müslüm, neden sonra yemeğini yedi bitirdi. Önündeki azık bezini el yordamıyla karanlıkta topladı, götürdü kavağın kökünün oraya koydu, geldi çaykarada elini yüzünü bir iyice yudu, vardı Memedin yanı başına oturdu.
"Burada olmaz," dedi. "Burada oturamayız. Çok yılan var buralarda."
"Sen buraları iyi biliyorsun değil mi?"
"Ben şu Çukurovada her yeri bilirim."
Güldü.
"Bize boşuna yörük dememişler. Şu devedikenlik var ya, ağzına kadar karayılanla doludur. Ama sokmazlar, zavalsız yılanlardır. Her birisinin boyu nah benim beş mislim gelir. Şu kavağın yarısı kadar bile uzunları var. Bak şimdi ne yapalım biliyor musun Memed Ağacığım... Al sen şu yüzüğü de parmağına tak hele."
"Acelesi ne?"
"Sen tak hele, acelesinin ne olduğunu ben sana söylerim. Bak şimdi ne yapalım."
Yüzüğü Memede uzattı, öteki aldı, parmağına taktı. "Taktın mı parmağına?"
"Taktım."
"İşte şimdi oldu."
"Oldu," dedi Memed, "şimdi ne yapalım?"
"Şimdi de," dedi Müslüm, "şu yandaki söğütlerin üstüne çıkalım. Bizim kaçak yörüklerin yatağıdır o söğütlerin üstü. Orada taht gibi yatacak yerler var."
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:37 pm

30
"Gerçek mi?"
"Gel de gözünle gör. Burada yerde kalırsak yılanlar gelir. Sokmazlar ya, boğarlar. Bir dolanırlar adamın boğazına, sıkarlar, öldürür şuraya atarlar."
"Az önce zavalsız dediydin ya..."
"Sokmuyorlar. Burada bir yerde kalırsak domuzlar, sırtlanlar, kurtlar, çakallar da gelirler..."
Memedin kolundan tuttu, kulağına eğildi, "Şu sazlığın içinde ejderha da var," dedi. "Hem de yedi başlı. Gözlerinden yalım fışkıran. Yedi tane başındaki her bir dili bin çatal... Gördüğü hiçbir adamı iflah etmemiş, almış götürmüş sarayına. Ama sen korkma, bir kere senin parmağında yüzük var, o ejderhalar böyle yüzüklere hiç yaklaşamazlar. Bir de... Haydi gidelim de çıkalım oraya, ağaçların üstüne."
"Gidelim," dedi Memed. Kavağın dibine vardılar, öteberilerini aldılar. Garbi yeli gittikçe azıtmış esiyor, kamışlar gıcırdıyor, dallar biribirlerine vuruyor, uzun kavak yatıp yatıp kalkıyordu. " Çok yel var. Çok da yıldız."
"İşte böyle yıldızlı havalarda ejderha sarayından dışarıya çıkmaz. Yıldızlardan ödü kopar onun. Bir de yıldızlardan kork-masa... Dur Memed Ağam, önce ben çıkayım ağaca... Yatakların yerini biliyorum." Hemen ağaca tırmandı. "Bak," diye sevindi, "bak, Memed Ağacığım, bizim Deli Osman buraya bir yatak yapmış, karyola derim sana. Gel de bak. Otlardan döşeği, yastığı bile var. Bir has ipekten yorganı eksik."
"Geliyorum."
Memed elindeki öteberiyi Müslüme uzattı, kendi de, üç adam el ele verse kuşatamaz kalın söğüt gövdesine tırmandı, eğildi, söğüdün yatak yapılmış yatık dallarının üstünü yokladı.
"Yumuşacık yatak," dedi.
"Uzan, rahat et," dedi Müslüm. "İstersen cüppeni silahının üstüne koy da yastık yap."
"İyi akıl..."
Memed, öyle yaptı, başını cüppesinin üstüne koydu uzandı. Gökyüzünde yıldızlar üst üste kaynaşıyordu. Bütün gök silme yıldızla döşeliydi. Memed yıldız ışığında Müslümün yüzünü seçebiliyordu.
31
"Söyle bakalım."
"Nesini söyleyim Memed Ağacığım, Ferhat Hoca iyice azıttı, önüne geleni soyuyor, zenginden alıyor, fıkaraya veriyor, sen de mi öyle yapardın?"
"Ben de öyle yapardım."
"Gittim Ferhat Hocaya. Ferhat Hoca bana bir mektup verdi. Sen de biliyorsun, Abdülselam Hoca. Abdülselam Hoca bir muska yazarmış, ölünün boğazına tak, ölüyü diriltir. Yiğit bir adammış. Aldım mektubu, koydum koynuma, vardım Hürü Anaya, böyle böyle, dedim. O da bana, var söyle kara gözlü Memedime, bana çok güzel bir ev yaptırsın portakal bahçeleri arasına. Ben de, dedi, şaşırtırım köylüyü, candarmaları, önce Düldül dağına giderim, ardından da Çukurovaya inerim. Var git Seyrana söyle, dedi, ondan da Çukurovada kara gözlü, Memedime benzeyen bir çocuk isterim, Allah analı babalı, bir de Hürü Analı büyütsün, dedi. Ben oradan Seyrana gittim. Can-darmalar sarmışlar köyü, kuş uçurtmuyorlar. Vay, vay, dedim, vay! Sonra, bir gün, tanyerleri ışırken candarmaları uyuttum, Seyrana vardım. O da çok sevindi. Sevincinden kanat taktı uçtu. Var söyle Memedime, dedi, ben de Çukurovada, portakal bahçesinin ortasında bir ev istiyorum, karbeyaz olsun. İki katlı, beş odalı olsun. Sırça pencerelerine gün vursun. Hiçbir vakit gün eksik olmasın, dedi. Şu bergüzan da sana gönderdi." Ona boncuklu bir kese uzattı. "İçindekinin ne olduğunu bilmiyorum," dedi.
"Sağ ol," dedi Memed, "Müslümüm, kardaşım, yiğidim."
"Ben de ona ne dedim, Seyran Bacı, dedim. Sen hiç korkma Çukurovada. Ben, İnce Memedin yerine, dağda sizi de, köylüleri de beklerim. Zenginden de alırım, hepiciğini fıkaralara dağıtırım. Yazık, fıkaralara çok yazık. Hiç de paraları yok. Öyle değil mi Memed Ağacığım."
"Öyle," dedi Memed.
"Seyran Bacının oradan ayrılırken, köyü çıkarken, candarmaları uyuttum, derken, tanyerleri daha ışımamış, bir candar-ma beni gördü, ver etti bana kurşunu. Ben de hiç durur muyum, ben de salladım. Oradan kaçtım, Anavarzayı tuttum. Bir baktım, onlar benden önce gelmişler Anavarzaya, kayalıklarda
32
onlar benim başımı görür görmez, aman Allah, Allah seni inandırsın Memed Ağam, candarmalar sanki bir orduyla harbedi-yorlarmış gibi, hepsi her yerden bir kurşun döşendiler üstüme, bir kurşun, yer gök ateşe kesti. Ben de orada bir oğlak tuttum, bir dikene bağladım. Oğlak azıcık başını gösterir göstermez, bin kurşun yağıyordu olduğu yere. Candarmalar oğlakla harbede dursun, ben soluğu surlarda aldım, sonra da kalenin içine girdim. Burada, kalede eğer üstüme gelecek olsalardı, bir tekini koymaz, hepsini kurşundan geçirirdim. Bereket versin onlar daha oğlakla savaşıp duruyorlardı. Kaleden seyrediyordum. Oğlak onları taşkalaya almıştı, candarmalar kurşunu kesince oğlak taşın üstüne çıkıyor, yaylım ateşi başlayınca da taşın ardına iniyordu. Vallahi billahi, iki gözüm önüme aksın ki... Oğlak candarmalara çok uzaktı Memed Ağam. Oğlak mı, insan mı, yani ben miyim seçemiyorlardı. Oradan ben aşağı indim, Ana-varzanm merdivenlerine, baktım bir on beş kadar candarma aşağıda durup dururlar. Beni gördüler."
Müslümü görünce yere yatıp bir yaylım ateşine başladılar. Kurnaz çocuk oraya yattı, hiç kıpırdamadı. Onların yaylım ateşine hiç karşılık vermeyen Müslüm, bir taş mezarın içinde yatarken, oğlakla savaşanlar önünden geçerek, aşağıya indiler. Ovadan bir candarma bölüğü daha geldi kayalıkların dibine. Müslüm kayalıklardan aşağı inerken, havada kanat kanada uçan çok kartal gördü. Kurşun seslerinden dolayı yerlerinde duramamışlar, uçup gökyüzünü kaplamışlardı.
Ali kesiğinde de candarmalarla karşılaştı Müslüm. Çirişlerin arasında yitti, gözükmez oldu. Öylesine toprağa yattı ki gökteki keskin gözlü kartallar bile onu göremediler. Gene candarmalar çok kurşun yaktılar. Müslüm böylece sürünerek bir buğday tarlasının içine girdi. Buğday tarlası insan boyuydu. Fi-riklemiş ekinler esen yelde hışırdıyordu. Kırmızı gelincikler kırmızı bir kilim gibi yeşil karakılçık başakların üstüne serilmişti. Müslüm ekinlerin içinden Ceyhan ırmağına doğru yılan gibi akarken önüne bir uruşman kümesi çıktı, Müslüm sevincinden deliye döndü. Güzel kokulu bitkiyi kökünden koparıyor, güzel güzel yiyordu. Bütün bedeninin, saçlarının, ellerinin ayaklarının, gözlerinin bahar koktuğunu duyumsadı. Arkasın-
33
dan candarmalar, kayalıklarda daha kurşun yakıp duruyorlardı. Müslüm uruşmanları bitirdikten sonra, ekinin içine ağzı yukarı yatarak havaya beş el kurşun salladı. Candarmalar kayalıklardan ovaya dökülürken, Müslüm onlardan çok daha hızlı, Ceyhan ırmağının yarlarının dibinden yukarıya, devedikenli-ğin altına kaydı. Sel yatağına gelince, kurtuldum, diye sevindi.
"Candarmalar, köylüler bu devedikenliğin içine hiçbir vakit giremezler. Neden ki dersen, bu karayılanlardan korkarlar. Burada her yıl bu aylarda en az on beş kişiyi yılanlar boğar öldürürler."
"Demek böyle ha! Pekiyi sen nasıl girdin?"
"Benim efsunum var, yılan bana bir şey yapmaz. Bir de ben korkmam. Buranın yılanları beni tanırlar. Beni çok gördüler geçen yıl."
"Unutmuş olamazlar mı?"
"Yılanlar insanlar gibi değil, onlar dostluğu da, düşmanlığı da unutmazlar. Ben geçen yıl onlara kova kova süt verdim."
"Hm, şimdi anladım işi, yılanlar sütü çok severler, hele koyun sütünü."
"Memed Ağama deyim, ne candarma, ne de köylüler, de-vedikenliğe giremezler."
"Demek ben tatlı canı iyi kurtarmışım."
Müslüm coşkuyla:
"İyi ki iyi," diye onayladı. "Anan seni kadir gecesi doğurmuş. Yoksa şimdi ben seni boğazı sıkılmış oracıkta bulacaktım, mosmor kesilmiş."
"Mosmor," dedi Memed şaşkınlıkla.
"Candarmalar şuradan, günbatıdan da gelemezler, şu aşağıda ejderhanın sarayı olduğunu bilirler. Ejderhanın oraya yaklaşanı yuttuğunu da bilirler. Kimi zaman dünya soluk alır gibi bir soluk alır, sazlık, Anavarza kayalıkları, toprak bile sallanır, o, ejderhanın soluk alışıdır işte. Buraya kimse yaklaşamaz. Bizi burada yakalayamazlar. Bize ejderha da bir şey yapmaz. Geçen yıl anam, şuraya koskoca bir kazan süt koydu ejderha içsin, diye. Kazan öyle büyüktü ki üç adam zor taşıdı. Ejderha da beni tanır. Ben ta içerlere kadar gittim de bana hiçbir şey yapmadı. Sende de yüzük var, sana kurt kuş, insan, hiçbir yaratık hiç
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:37 pm

34
yaklaşamaz, candarmalar beni, o kadar kurşun sıktılar da niye vuramadılar, söyle! Söyle niye vuramadılar?"
"Sende Anacık Sultanın yüzüğü vardı da ondan."
"Ondan," dedi Müslüm, güvenli bir sesle. "Ondan yaaa..."
"Şimdi de o bende..."
"Şimdi bu bataklık çevrili. Köylüler, candarmalar burasını boş bırakmazlar. "
"Bırakmazlar," dedi Memed. "Biz burada en az üç gün kalmalıyız. Onlar, bizden ses şada çıkmayınca üç günden fazla kalmazlar."
"Ben onları teziktirdim," dedi Müslüm. "Onlara aşağıyı gösterdim, bucağı, ben yukarıya kaçtım. Şimdi onlar bucağı kuşatmışlardır. Bucağın çalılığı, zıncarı, ağaçları buradan daha büyük, üstelik bucakta ejderha da, karayılan da yok."
"Gene de bekleyelim," dedi Memed. "Burada da kapandayız ya, olsun. Ovada çırılçıplak yakalanmaktan daha iyi."
Uzun uzun tartışarak, buradan çıkmayı bir iyice tasarladıktan sonra sohbete geçtiler. İkisi de o kadar yorgundu ki uykuları hiç gelmiyor, konuştukça açılıyor, açıldıkça konuşuyorlardı. Memed, bu Müslüm çocuğa şaşırmış kalmıştı. Bir bebek gibi saf, bir eke gibi akıllıydı, şimdiye kadar Ferhat Hoca da içinde, insanoğlunun böyle akıllısını görmemişti, şu yılanlardan, ejderhadan da ödü kopuyordu. Anasının, hiç kimsenin haberi olmadan, kazan kazan sütleri getirmiş, tek başına, korkudan eli ayağı titreyerek, onlarla dost kalmak için ejderhaya, yılanlara sunmuştu. En az korktuğu insanlardı. Bu kadar güzel silah kullanmayı da nereden öğrenmişti?
"Sen hiç ejderhayı gördün mü?"
"Görmedim," dedi Müslüm.
"Belki de öyle bir ejderha yok."
"Olmaz olur mu Memed Ağam, hiç ejderha olmaz mı, ağzını hayra aç da günaha girme. Bu kadar karayılan olur da burada onların hiç ejderhası olmaz mı?"
"Belki de olmaz."
"Öyleyse ejderha yok da o sütleri kim içti, yaaa.. ."
Utku kazanmış bir komutan gibiydi.
"Sana bir şey soracağım," dedi Memed onun kolunu tutarak
35
"Sor," dedi Müslüm.
"Ama doğruyu, dosdoğruyu söyleyeceksin bana. Ne duy-duysan, ne gördüysen onu."
"Olur," dedi Müslüm, "ben hiç yalan söylemem ki..."
"Diyorlar ki, Seyran benim ölümü almaya kasabaya yaya yapıldak giderken bir mavi kuş onu hiç bırakmamış, başının az üstünde, başının yöresinde hep uçmuş durmuş, ta ki Seyran o ölünün benim ölüm olmadığını görene kadar. Söyle bakalım, böyle bir şey olmuş mu?"
"Olabilir. Ferhat Hoca, bütün köylüler, bütün kasabalılar da görmüşler o kuşu. Seyran Bacıdan hiç ayrılmıyor, başının bir karış üstünde, bir karış yöresinde dönüp duruyormuş. Böylece kuş Seyran Bacıyla birlikte kasabaya kadar gitmiş, onunla köye geri dönmüş. Seyran Bacı ne zaman dışarı çıksa, kuş nerede olursa olsun uçup geliyor, o nereye gitse, başının üstünde o da oraya gidiyormuş. Bütün köylüler bunu her gün görmüşler. Ben göremedim." Sesi özür diler gibiydi. "Yalnız o kuş mavi değil sarıymış."
"Mavidir," dedi Memed sertçe.
"Sarıdır," diye aynı sertlikte karşılık verdi Müslüm.
"Mavidir."
"Bana, o kuş sarıdır, diye Seyran Bacı söyledi."
"Sen sus," diye buyurdu Memed, "ben biliyorum, o kuş mavidir."
"Mavi olsun, mavi olsun," dedi Müslüm boynunu bükerek.
Tanyerleri yavaş yavaş ışımıştı. Hemite dağının tepesine gün vurmuş gibiydi. Bataklık üç kere soluklanmış, toprağı sarsmıştı. Kuşlar uçuşmaya, böcekler ötmeye başlayacaktı neredeyse. Dünya, binbir ışığı, rengi, kuşu, aydınlığı, ipileyen kayalıkları, çiçekleri, bataklığın üstünden kalkan incecik dumanıyla görkemli bir uyanıştaydı. Önce Müslüm, ardından da Memed uyudu.
36
Kurşun seslerine uyanan kasabalılar, don gömlek, pijamalı, yan çıplak kasabanın sokaklarını doldurdular. Bir süre hiç konuşmadan uyurgezerler gibi, biribirlerine çarparak dolaştılar. Sonra ortalık birden patladı, şehrin içini bir uğultu aldı. Her önüne gelen, her önüne gelene bir şey söylüyor, bir şeyler soruyor geçiyordu. Ortalık ağarana kadar, bütün kasaba yediden yetmişe kadar sokağa dökülmüştü, bu kargaşa sürdü. Ortalık ağarınca, dükkanların kepenkleri gümbürtüyle açıldı, insanlar top top köşebaşlarma, kahvelere, dükkanların önüne biriktiler, konuşmaya, geceki olayı yorumlamaya başladılar. Yukardaki tepelerden daha kurşun sesleri geliyordu.
Murtaza Ağa, Memedi gördükten, yorganı başına çektikten sonra bir daha hiç kıpırdayamamış, yatağının içinde öyle kaskatı kesilmiş kalmıştı. Karısı gelmiş onu yatağın içinden çıkarmaya çalışmış, yorganı üstünden çekmiş, bir türlü de oradan alamamıştı. Kadın utanıyordu, ya şimdi Savcı, Yüzbaşı, Doktor gelir de Ağayı böyle yatağının içinde çont olmuş görürlerse ne derlerdi. Bu hal kasabanın diline düşerdi ki kıyamete kadar söylenirdi.
"Kurban olduğum Murtaza kalk! Yoluna öldüğüm gül yüzlü Ağam uyan. Bak, yanın yören kan gölü. Gün doğdu kalk. Şimdi bütün dünya bu eve dökülür, bu odaya gelirler. Seni böyle korkudan çont olmuş görmesinler. Elalemin diline düşeriz ki kasabaya oyuncak oluruz kurban olduğum Murtazam. Kalk, kurban olurum, kalk!"
37
Çalışıyor çabalıyor bir türlü kaskatı kesilmiş kalmış Murta-zayı açamıyordu. Yanaşmaları, öteki kadınları da çağırmıyordu ki, sevgili yiğidini böyle görmesinler. Sonunda edemedi, bir kova soğuk suyu onun üstüne boca etti. Murtaza Ağadan inceden bir inilti geldi. Bir, bir, bir kova, bir kova daha... Murtaza Ağa parmağını sallayarak işaret verdi. Hüsne Hatun eğildi, koluna yapıştı onun, bu kadar su o kadar çok işe yaramamıştı, çalıştı çalıştı Murtaza Ağayı yerinden bile oynatamadı. Sonunda edemedi konaktakileri çağırdı.
Ötekiler konağın orasında burasında hazır bekliyorlardı, hemen koştular Murtaza Ağayı yataktan kaldırdılar, oturma odasına sürüklediler.
Hüsne Hatun:
"Hamamlığı yakın," diye buyurdu.
Murtaza Ağa kendine gelmişti ya, kenetlenmiş dişlerini bir türlü açamıyordu. Yüzü de sapsarı kesilmişti. Hüsne Hatun bütün çabasıyla onu konuşturmaya çalışıyor, yüzüne avuç avuç kolonya döküyordu.
"Hamamlığı yaktık Hatun..."
Hatun Murtaza Ağayı iki kişinin yardımıyla hamamlığa sürükledi, onu yere yatırdı, soymaya başladı. Kaskatı kesilmişi soymak o kadar kolay olmadı ya, sonunda Hüsne Hatun bu işi de becerdi. Çıplak adamı kolundan tuttu mermerin üstüne kadar sürükledi, üstüne kova kova hafif ılık suyu dökmeye başladı. Biraz sonra Murtaza bir kolunu, ardından da bacağını oynattı. Ardından gözlerini açtı, korkuyla, şaşkınlıkla Hüsne Hatuna baktı. Ardından da, "Kan," dedi, "kan, kan, kan, çok kan..." Gözlerinin içi güldü bir ara.
"Yaram nasıl, çok kan geliyor mu?"
"Hiçbir şeyciğin yok, kurban olduğum," dedi Hüsne Hatun. "Piri paksın. Bir pire ısırığı bile yok gül bedeninde, çok şükür."
"Yok mu?"
"Yok ya kul olduğum, ala gözlü sultanım benim. Yüce Allah seni o zalimin kurşunlarından esirgemiş."
Konağın avlusunun önü olaydan sonra hemencecik insanla dolmuştu. Gün attıktan sonra da insanlar durmadan
38
geliyorlar, avlu kapısının açıldığı caddeyi bir uçtan, öteki uca dolduruyorlardı.
"Topal Ali," dedi Murtaza Ağa. "Amanın, ne pahasına olursa olsun, bana Topal Ali Ağayı, o ağalar ağasını, paşalar paşasını, o insanlar insanını, o ermişler ermişini bana ulaştırın. O kurtardı benim canımı. O, olmamış olsaydı, ben de şimdi Mahmut Ağanın yanında ala kanlı, kanlara belenmiş yatmış olacaktım. Mahmut Ağa nasıl?"
"Kan gölüne batmış çıkmış. Amanın ne kadar da çok kanı varmış. Bütün oda, yer gök kana kesmiş."
"Bana hiçbir şey olmamış mı?"
"Çok şükür, çok şükür pire ısırığı kadar bile, diken çiziği kadar bile..."
"Ben bu canı kime borçluyum?"
"Kime?" diye sordu Hüsne Hatun.
"Topal Aliye gülüm. Topal Aliye... O canavar, yani İnce Memed oğlumuz o aslan yürekli, o çatal yürek içeriye girince... Kurşunu sıkınca, lamba da sönünce, ben ona, ne yapıyorsun, İncem, oğlum deyince, o da bana dedi ki, ben daha, o zaman elime Mahmut Ağanın kanı fışkırmamış daha, ben bayılmamışım daha, işte o zaman kulağıma çatal yüreklimin bülbül sesi geldi. Var git Murtaza, yaşa Murtaza Ağa, ölmeyin tam sırasıy-dı ya, seni Topal Aliye havale ettim. Var git Murtaza Ağa, bir ye de Topal Aliye bin şükret..."
"Doğru mu, hayalda, düşte olmasın."
"Doğru. Vallahi billahi şu kulacıklarımla duydum. Ondan sonra da elime kan gelince kendi kanım sanıp öldüm. O zamandan bu zamana kadar ölüydüm. Bir yerimde hiçbir şey yok ya, en küçük?"
"Yok," dedi Hüsne Hatun, "çok şükür koca Allahıma, kurdu kuşu yaratana, cansız çamurdan bizi halk edene... Çok şükür, çok."
"Ben bu Topal Aliye ne yapsam, nasıl bir iyilikte bulunsam da gönlünü alsam. Bak Hatun, şu Topal Aliye benim yaptığım kötülüğe, onun bana yaptığı iyiliğe..."
"Keski," dedi Hatun içini çekerek, "ünü büyük, sözü seçkil Topal Ali Efendimize bunu yapmasaydın, keski.
39
I'*:
"Keski," diye içini çekti Murtaza Ağa da Hatunu gibi. "Keski... Kul kusursuz olmaz demiş sevdiğim."
"Kul kusursuz olmaz gül yüzlü Ağam, sen Topal Ali için üzülme. Onunla barışacağız. Öyle görkemli bir adama senin gibi bir Ağayı bağışlatmak kolay."
"Kolay," dedi Murtaza Ağa gülümseyerek.
Hüsne Hatun, daha kendisine gelememiş kocasını kokulu sabunlarla onu incitmeyerek köpürte köpürte bir iyice ovalayarak yudu arıttı.
"Çok şükür kendime geldim," dedi Murtaza Ağa ayağa kalkarken, "çok şükür Allahıma, çok teşekkür Topal Ali Bey kardaşıma, ermişler ermişine. Çok şükür bu günüme, bu halime." Hatun sabun kokulu yepyeni çamaşırlar getirdi.
"Bayramlık giyitlerimi de çıkar sandıktan, kalpağımı da... Kırmızı mintanımı da... Hani Kurtuluş Savaşında giydiğim... Yani Mercin Cephesinde, Fransızlara karşı savaştığım cephede giydiğim kan kırmızı gömleği de... O gömlek şehit kanıyla boyanmıştır. Benim kendi şehit kanımla. İnce Memed benim şahinim, yiğidim. Ona kurşun geçmiyor biliyor musun Hatunum?"
"Aman ha, aman Ağam, bunu her yerde söyleme, İnce Memed şahinim, deme."
Murtaza Ağa, Kurtuluş Savaşı milis giyitini giyer, parlak çizmelerini ayağına çekerken celallendi:
"Diyeceğim Hatun," dedi, "o benim canımı bağışlamadı mı? Bir kurşunu da bana oracıkta hemen sıkıverseydi ne yazardı, değil mi, söyle, söyle ne olurdu? Söyle, o benim canımı kurtarmadı mı? O benim şahinim değil mi?"
"Doğru, o bir sahandır. Doğru, bir kartaldır. O Anka kuşudur. O dağların yırtıcı kaplanıdır. O, adı güzel, kendi güzel Mu-hammede eştir, doğru. Hepsi dos dos dosdoğru. Yalnız işin içinde başka iş var."
"Ne işi Hatun?" diye gürledi Murtaza Ağa, kalpağını başına giyerken.
Hüsne Hatun:
"Ya Mustafa Kemal duyarsa senin İnce Memede şahinim dediğini gönüllenmez mi? İnce ona asi değil mi, kul olduğum Murtaza Ağam? Ünü büyük Gazi Kemal Paşamız ne der sonra
40
sana, ünü büyük İnce Memedi bizim Murtaza ne diye gökyüzüne çıkarıyor demez mi? Demez mi, iki gözümün çiçeği Murtaza Ağa efendim?"
"Der," dedi Murtaza. "Ben de ağzımı sıkı tutarım ama, bundan sonra da o İnce Memede göstereceğim dostluğu, iyiliği ben bilirim. Silahtan silah, mermiden mermi, dosttan dost, ne isterse onun emrine kılarım. Şu Topal Aliyi de başıma taç ederim. Bu gece onu eve, yemeğe çağırabilir misin?"
"Hele dur Ağam, hele acele etme. Topal Aliyi, gönlü kırılmış Ali Ağamızı o kadar kolay değil eve çağırmak. Gönül bir sırça saraydır, kırılırsa bir daha bitiştirmek zordur."
"Zordur," dedi yüzünü asarak Murtaza Ağa.
"Onu da hiç kimse bilmeyecek. Bir daha ağzımızdan çıkmayacak."
"Nedir o çıkmayacak olan?"
"İnce Memede dostluğumuz."
"Çıkmayacak," diye güldü Murtaza Ağa. "Bir Allah bilecek, bir ben, bir sen, bir de..." Durdu, düşündü. "Bir de... Bir de... Bir de Topal Ali..."
"O İnce Memedin düşmanı değil mi?"
Murtaza Ağanın yüzünü bir şaşkınlık aldı. Bir süre konuşmadı.
"Bu insanlar belli olmuyorlar ki Hatun," dedi. "İnce Memed onun öyle can bir düşmanı da onun hatırı için benim canımı niçin bağışlasın? Bunların aralarında bir şeyler var. Sonra Hatun..."
Kaşlarını çattı, alnı kırıştı.
"Sonra Hatun, Topal Ali beni öldürmemesini niçin ondan istesin? Ben o Topalın onurunu ayaklarımın altına almamış, onu beş paralık etmemiş, onu itin götüne sokup sokup çıkarmamış mıydım? Şu dünya dünya olalı, benim Topalı aşağıladığım gibi hiçbir insan hiçbir insanı aşağılamamıştır. Bu işin altından bir çapanoğlu çıkmasın... Bir şey, bizim aklımıza gelmeyen bir şeytanlık olmasın?"
İkisi de aklına geleni söyleyemedi.
Hüsne Hatun yutkundu.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:38 pm

41
1
"Belki," dedi, "sen ona yalvarınca, sen pişman olunca o da pişman oldu. Unutma ki bu adamlar birisini severlerse ölene dek severler."
"İnşallah dediğin gibidir," dedi Murtaza Ağa. "Allah ağzından duysun sevdiğim."
Hüsne Hatunu bağrına basarak kucakladı.
"Şu Mahmut Ağaya bir bakalım."
Hüsne Hatun önde, Murtaza Ağa arkada odaya yürüdüler. Mahmut Ağanın yastıktaki başı yana kaymış, yüzü sapsarı kesilmişti. Gözleri de sonuna kadar açılmış, karşı duvara dikilmiş kalmıştı. Dudakları azıcık aralık kalmış, ağzından çıkmakta olan sözcük sanki o anda orada donmuş kalmıştı. O sözcük biraz sonra bir çığlık olaraktan oradan boşanacak, odayı fır döndükten sonra karşı tepeye ağacak, orada patlayacaktı. Duvarlar, yastık, yorgan, döşek, Murtaza Ağanın yatağı baştan aşağı kana batmış çıkmıştı.
"Ne kadar da çok kanı varmış şu serçe kadar insanın," diye kendi kendine söylendi Murtaza Ağa, sonra Hüsne Hatuna döndü, "bir mandanın da ancak bu kadar akar kanı."
Hüsne Hatun onun yüzüne baktı, Murtaza Ağa gittikçe sa-rarıyordu, koluna girdi dışarı çıktılar, bu sırada da avlu kapısından içeriye önde Kaymakam, arkada Savcı, Doktor, Yüzbaşı girdiler. Onların arkasından da Belediye Başkanı, Zülfü, Taşkın Halil Bey, Molla Duran Efendi, Muallim Rüstem Bey sökün ettiler. Topal konağın avlu kapısının karşısındaki ak badanalı evin duvarının dibinde durmuş, ayağında parlak çizmeleri, başında fötrü, sırtında pırıl pırıl giyitleri, ak mintanı, yakasına sokulmuş büyük kırmızı mendiliyle büyük işlere hazırlanmış, çok ağırbaşlı bir insan tavrıyla hüzünlü bir yüzle duruyordu. Yalnız arada sırada sarkık bıyıklarının üstündeki sivri burnu seğiriyordu.
Odaya girenler önce bir irkiliyor, sonra da oldukları yerde kalakalıyorlardı. Gelen konuklarla az bir sürede oda ağzına kadar doldu.
"Mahmut Ağaya otopsi yapmayalım," dedi Taşkın Halil Bey. "O bir milli kahramandır."
"Evet, kahramandır," dedi Yüzbaşı. "Onun İstiklal Madalyası bile vardır, ona otopsi yapmaya gerek yok."
42
Doktor da:
"Gerek yok," dedi. "Her şey ortada. Ben raporumu şimdi yazarım. Ama bir bakayım."
"Hiç gerekliği yok," dedi Murtaza Ağa. "Ben ona giren kurşunlan teker teker saydım, tam üç tane."
Doktor gitti ölünün üstünü açtı. Ölünün gecelik fistanı ta baldırlarına kadar sıvanmış, bacakları çarpık çurpuk, birisi bir yana, biri bir yana kıvrılmıştı.
"Biraz dışarıya çıkar mısınız?"
Odayı dolduranlar dışarıya çıktılar. Doktor da, elleri kan içinde kalarak, daha kanın bir kısmı iyice kurumamıştı, ölünün gecelik fistanını sıyırdı, çırılçıplak kalan kan içindeki ölünün her bir yanına iyice baktı. Mahmut Ağa, üç kurşunun üçünü yan yana, araları birer parmak, birer parmak yemişti.
"Amma da nişancı köpoğlu," diye söylendi Doktor dışarıya çıkarken.
Öğleye doğru Mahmut Ağanın çiftlikteki karıları, akrabaları, yakınları, ırgatları döküldüler kasabaya. Çiçekli köylüsü de yarı yarıya gelmişti yas yerine. Doktor raporunu yazdıktan, Yüzbaşı zaptını tuttuktan sonra ölüyü ailesine teslim ettiler.
Mahmut Ağanın yakınları ölüyü Murtaza Ağanın hamamlığında yıkadıktan sonra ona giyitlerini giydirdiler, ölüyü Kaymakamın isteği üzere kasabanın alanına götürdüler, bir masanın üstüne yatırdılar, üstüne de, ne uçları yırtılmış, ne ay yıldızı sökülmüş, yepyeni bir bayrak örttüler. Önce Yüzbaşı çıktı kürsüye, Kurtuluş Savaşımızın tunçsiper göğüslü ulu kahramanı, dedi. Ve hem de albayrak gibi göğsünde altın madalyası dalgalanan, sen ölmeyeceksin, diye de bağırdı. Bu vatan, şu yüce To-ros dağları yaşadıkça sen de bu vatanın yüreğinde yaşayacaksın. Güneş yok olduğu gün ancak, sen de işte o zaman yok olacaksın. Kutsal naaşm Türk milletinin yüreğine şimdiden gömülmüş bulunuyor. Senin huzurunda, bu mübarek vatanın mübarek topraklarının huzurunda ant içiyorum, daha senin tenin soğumadan o İnce Memed nam asinin kanıyla senin mezarını sulayacağım. Ulu soylu, Toros kartalı, göğsünü düşmana tunçsiper olaraktan germiş milli kahramanımız senin ulu, Orta Asyadan gelen kanını ve hem de ulu, şanlı kanını Fransızlar so-
43
rul sorul akıtamadı, ama o asi, o vatan düşmanı, ayağı yalın köylü çocuğu, senin acıyarak beslediğin o hain, senin kanını bu mübarek topraklara döktü. Senin kanından o topraklar üstüne güneşler doğacaktır, aylar yıldızlar, ışıklar doğacaktır. Senin kanını yerde koymayacağım. Öcünü İnce Memedden, öteki düşmanlardan alacağım.
Yüzbaşı çok coşmuş, çok bağırmış, çok yaman kanatlı sözler söylemiş, duyanın şaşkınlıktan parmakları ağzında kalmıştı. Kürsüden inerken ter içindeydi. Kıvançlıydı. Yüzünde de belli belirsiz bir gülümseme. Aşağı iner inmez onu önce Kaymakam, ardından Savcı, sonra ötekiler yürekten kutladılar. Eh, bir insan konuşunca böyle konuşmalıydı. Şu koca alanda onun konuşmasını işitip de ağlamayan kalmamıştı.
Kürsünün yanında, Kurtuluş Savaşı kılığına girmiş, kalpağını başına yanlamasına geçirmiş, Kurtuluş Savaşı savaşçıları Na-polyon gibi, onlar da kalpaklarını yanlamasına giyiyorlardı, filintasını takmış, altı koşar fişeklik kuşanmış Murtaza Ağa, Yüzbaşı kürsüden inince o da atından atladı geldi Yüzbaşıya sarıldı:
"Senin gibi yiğide can kurban," dedi. "Şimdi seni dinleyen kurt kuş dile gelir, insanoğlunda yürek kalmaz. Sen kardeşimiz ulu kanlı Mahmut Ağamızı, o mecruh kişiyi ebedileştirdin. Seni duyan taş ve toprak bile titredi."
Yüzbaşının arkasından Kaymakam, ondan sonra Belediye Başkanı, sonra da ötekiler... Fakat hiçbir konuşma Yüzbaşının konuşmasını tutmadı, hiçbirisi onun kadar içtenlikli, bu ölüye yüreği yanarak konuşmadı.
Tören bittikten sonra ölüyü candarmalar göçmen Hamza Dayının kasabadaki tek otomobiline taşıdılar. Hamza Dayı otomobili kasabanın dışındaki köprüye kadar yavaş sürdü. Ötekiler de, önde Kaymakam, yanında Yüzbaşı, Yargıçlar, Savcı, kasabalılar, köylüler, başları yerde bir yas havası çalınırcasma kederli, arkasından gittiler.
Köprüye gelince Hamza Dayı gaza bastı, kalabalık da, gene öyle yas içinde, çok kederli, çok saygılı kasabaya ağır ağır geri döndü.
Birkaç gün kasabadan çıt çıkmadı. İnce Memedin arkasına düşenler hiçbir şey elde edemeden geriye döndüler. Yüzbaşı
44
evine kapandı. Ne candarma komutanlığına geldi, ne de çarşıya çıktı. Bu kasabanın ortasında, hem de candarma komutanlığının bitişiğinde vuku bulan ikinci cinayetti. Bu İnce Memed bunu mahsus yapıyordu. Meydan okuyordu ona. Karısının ölümünü unutamıyor, kan güdüyordu Devletin bir yüzbaşısıy-la, hem de Devletle... Onun alacağı olsun. Dişi dişini yiyor, öfkeden kuduruyor, "Asım Çavuş," diye bağırıyordu, "bu adam gemi azıya aldı artık, onun bir icabına bakmalıyız, ya da ölmeliyiz." Asım Çavuş da onun kadar öfkeli, onun kadar da bu işe deli oluyordu. Artık bu İnce Memedin bir çaresine bakılmalıydı. O ölmeden artık onlara bu kasabada rahat yoktu.
"Ya İnce Memed, ya ölüm Yüzbaşım," dedi Asım Çavuş.
"Ya ölüm," diye onu onayladı Yüzbaşı. "Kan güdüyor bana, Devlete. Dağda öldürmüyor da geliyor, burnumuzun dibinde öldürüyor Mahmut Ağayı."
"Bizi dünyaya rezil etmek için," dedi Asım Çavuş.
"Benim istikbalimi karartmak, beni mesleğimden etmek için," dedi Yüzbaşı.
Murtaza Ağa, olay gecesinin korkusunu, yılgınlığını üstünden atmış konuşmaya başlamıştı. O dükkan senin, bu kahve benim, nerede bir kalabalık görürse dalıyor başlıyordu konuşmaya. İki üç kere de Topal Aliyle karşılaşmış, önüne dikilmiş, onurunu ayaklar altına alarak ona yılışmış, yaltaklanmış, yolunu kesmiş, ötekiyse taş gibi, başını önüne eğmiş, onun yüzüne bile bakmadan, yanından kaymış gitmişti. "Bakın hele bakın, şu Topal bacağına sıçtığım deyyusun yaptığına, hem canımızı kurtarıyor, hem de yüzümüze bile bakmıyor. Ulan insan kurtardığı canın yüzüne bir kere olsun bakmaz mı?"
İster canını kurtarsın, ister yüzüne bakmasın, Murtaza Ağa Topal Aliyi gördükçe korkudan deli divane oluyor, eli ayağı kesiliyordu. "Benim ölümüm bu adamın elinden olacak," diye kendi kendine yakmıyordu, "öyle bir bakıyor ki bana, her bakı-Şi beni bin kere öldürüyor." Kimi zaman onu öldürmeyi kuruyor, o beni öldürmeden, ben onu öldüreyim bari, diye düşünüyordu. Ama bu düşünceyi kendinden bile saklıyor, hemen unutuyordu. Bu adam nereden çıkmıştı karşısına? Onu öldürmeyi düşünürken de eski eşkıya sucu Kürt Rüstemi hiç unutmuyor-
45
du. Ona bir çiftliklik toprak, kese kese altm, bir Arap at verse, Kürtler silaha hiç dayanamazlar, bir Alaman filintası verse, canını bile verse, Kürt Rüstem öldürmez mi Topal Aliyi... Bir topal adam, onu öldürmekten kolay ne var? Bu düşünceyi de, ne kadar benimserse benimsesin, Topalı öldürtmek düşüncesi onu ne kadar mutlu kılarsa kılsın, o, bu düşünceyi hemen kafasından kovuyor, başlıyordu olay gecesini anlatmaya. Bu geceyi bir anlatacak bir kişi bulamazsa Murtaza Ağa çatlar da patlar ölürdü.
"Kapı açılınca uyandım, duvarda karpuzu büyük, altın işleme pembe lamba yanıyor, odanın içini gündüz gibi ediyordu. İçeriye zebellah gibi birisi girdi. Ayağı yerde, başı gökte. Kolları çınar dalları gibi. Gözleri ejderha gözleri gibi yanıyor. Mahmut Ağa da uyanıktı. Onu görünce Mahmut Ağa, yastığının altındaki tabancasını aldı, odaya girene çevirdi. At onu elinden, diye bağırdı gelen adam, ben İnce Memedim. İnce Memed sözünü duyunca Mahmut Ağanın elindeki tabanca yorganın üstüne düşüverdi. Elleri titremekten uçuyor, dudakları mosmor olmuş, yüzü kağıt gibi apak kesilmişti. Bana, Murtaza Ağam, ben senin çok tuzunu ekmeğini yedim, beni nerede gördüyse, ne bileyim ben, belki de görmüştür, senin evini, bu güzel, bu konuksever, bu onurlu da şerefli evini kana buladığım için çok üzgünüm, özür dilerim bunun için. Mahmut Ağaya da, sen kafirsin, duanı oku, Allah senin duanı bile kabul etmez ya, çünkü sen fakir fıkaraya zulüm yapan, köy göçüren, kan içici bir dört kitapta katli vacip bir murtatsın. Eğer sen Murtaza Ağa gibi bir iyi Ağa olsaydın, ne yaparsan yap, sana da dokunmazdım. Amma velakin sen Çiçekli Mahmut Ağasın. Tüfeğinin ucunu bana döndürdü, yorganı çek başına, diye bağırdı. Bağırtısından bütün konak zangırdadı. Üç el kurşun, pat, pat, pat etti. Mahmut Ağanın sesi bile çıkmadı. Sonra onun merdivenleri inen ayak sesini duydum. Başımı yorgandan çıkardım ki, Mahmut Ağanın yatağı kan içinde kalmış. Ölü bir kanıyor, bir kanıyor, hiçbir yerde böyle kan görülmüş değil. Üç boğa kanı kadar kan aktı Mahmut Ağadan, fıkaradan. Oluverdi işte."
Murtaza Ağa artık İnce Memedle uğraşmıyor, sözüm ona kimseye belli etmeden onu göklere çıkarıyor, "Onu kimse öldü-
46
remez, onu kul olan yakalayamaz," diyordu fırsatını buldukça, yeri geldikçe. "Çünkü Memedde Kırkgöz Ocağının yüzüğü vardır. Çünkü İnce Memedde yıldırım çeliği vardır. Bir gözümü açtım ki ne göreyim, ortalık öyle aydınlık ki o kadar ola. Bir baktım ki başı tavana değmiş bir adam, elinde bir filinta tutuyor. Bir baktım ki adamın parmağında bir yüzük, yüzüğün parıltısı dünyayı almış, yüzük öylesine parlıyor ki, insanın gözünü yakıyor insan bakınca, onu böyle görünce kim olduğunu derakap anladım, Mahmut Ağa da anladı fıkara, Allah rahmet eylesin, yürekli bir adamdı. Tabancasını kaldıracak, İnce Memede nişan alacak oldu, elinden tabanca yere düşüverdi. Sonra bir top ışık içinde gelen adam, bir top ışık içinde çekildi gitti. Ben ona, kasabayı çıkıncaya kadar baktım. Kocaman bir ışık ortasında yürüdü gitti, dağı tuttu. Bir baktım ki, dağın yamacı da gün vurmuş gibi ışığa batmış. Bir top ışık buradan Düldül dağına, oradaki Kırk Ermişler meclisine çekildi gitti. Bana dedi ki, sen, dedi, Murtaza Ağasın, sana kimse kıyamaz, kul da, Azrail de... Topal benim can bir kardaşım. Şimdi onunla küsülüyüz ya, olsun, kardaş kardaşa, oğul babaya küser. Biz de yanlışımızı anladık. Bu Ali Bey kardaşımız da boş insan değil, onun da alnına Kırk Ermişler ocağı yazılıp gelir."
Murtaza Ağanın bundan önceki İnce Memed telaşını artık Taşkın Halil Bey yüklenmişti. Murtaza Ağanın dışında bütün Ağalar, Beyler can telaşmdaydılar. Mahmut Ağanın başına gelen, niçin bir gün onların da başına gelmesindi. Gene arzuhalciler çalışıyor, gene Ankaraya adamlar gidiyor, gene İçişleri Bakanlığının eşiği aşındırılıyordu. Bu sefer başvurular çok daha akıllıca, usturuplu yapılıyordu. Yalnız ortada çok kötü bir iş var, Arif Saim Bey sırtını onlara dönmüş, ne kasabaya geliyor, ne de Ankaraya giden adamlardan birisi onun yüzünü görebiliyordu. Bütün korkuları, onun, kasabanın başına bir Çorap örmesiydi. Belki de İnce Memedi tutuyordu. Onu kanatlan altına almış koruyordu. Belki de İnce Memedi bağışlar, Toros dağlarından alır Ankaraya götürürlerdi. Herkesin dağda özel bir eşkıyası vardı, her Ağanın, her Beyin. İnce Memed de Arif Saim Beyin, öteki büyüklerin, en baştakinin özel bir eşkıyası olamaz mıydı?
47
Vayvay köyünden, Anavarza altından iyi haberler gelince herkesin yüreğine su serpildi. Kasaba bir anda düğün bayram yerine dönüp herkes sevince garkoldu. İnce Memedi candar-malar Vayvay köyüne girerken kıstırmışlar, ne yazık ki, o melun, o yılan soyu karanlıktan bilistifade kaçmış kurtulmuş, Anavarza örenine, kayalıklarına kaçmıştı. Kasaba böyle haberlerle çalkalanırken altındaki soylu atı kan tere batmış, neredeyse çatlayacak hale gelmiş bir atlı, soluk soluğa Belediyenin önünde atından indi, herkes, Yüzbaşı Faruk, Kaymakam, Savcı, Yargıçlar, Ağalar, Beyler, aralarında bir Murtaza Ağa yoktu, Belediye Başkanının odasında toplanmışlar durum vaziyetini müzakere ediyorlardı, adam, odaya yıldırım gibi girdi:
"Çevirdik," dedi, "onu çevirdik. Herkes gördü onu. Bütün köylüler gördü, on sekiz pare köyün kadını erkeği, iki bölük candarma onu Akçasazda kıstırdık."
"Kimi?" diye sordu Kaymakam.
"İnce Memedi," dedi gelen delikanlı. "Onu Akçasazda kıstırdık. Kaçmasının, elimizden kurtulmasının mümkünü çaresi yok. On sekiz pare köy atımızla itimizle, karımızla kısrağımızla, çoluğumuzla çocuğumuzla sardık Akçasazı. Daha da köylüler geliyorlar. Duyan tırpanını, orağını, tabancasını, hançerini, kamasını, silahını alan geliyor, alan geliyor. Kozan altından, Ceyhan, Osmaniye köylüklerinden duyan geliyor o kan içiciyi yakalamaya. Akçasazın kıyıları o kadar doldu ki insanla, iğne atsan insandan yere düşmeyecek."
"Nasıl biliyorsunuz o Akçasazın içine kaçan kişinin İnce Memed olduğunu?"
"Herkes gördü," dedi haberci.
"Onlar nereden tanıyor İnce Memedi?"
"Cin Veli tanıyor," dedi haberci. "Cin Veli İnce Memedin köyünden olur, Anavarza köyünde de yanaşma."
"Seni kim gönderdi?"
"Beni Çavuşum gönderdi. Var haber ver Yüzbaşıma, biz Akçasazı çevirdik, çabuk gelsin. Ya İnce Memedi yakalayacağız, ya da o Akçasazın bataklığına kendi kendini gömecek. Yüzbaşıma söyle, gün geçirip fırsat vermesin zamana, önce Allah, sonra Yüzbaşımın sayesinde onu diri diri yakalayacağız, dedi."
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:38 pm

48
"Yakalayacağız," diye güldü Yüzbaşı. "Ama onun Akçasa-za girdiğini kim görmüş?"
"Önce onu, Vayvay köyüne girerken gece yarısı, derenin içinde kıstırıyor Çavuşum, köyü beklerlerken. İnce Memed de kendi karısı Seyrana gidiyordu, Seyranla evlendi o, Çavuşum onu kıstırınca başlıyor çarpışma. Memed bir yandan çarpışıyor, bir yandan derenin ortasına keçi yavrularını bağlayaraktan kaçıyor. Candarma da durmadan onun bağladığı keçi yavrularını kurşunluyor. Böyle böyle ala şafakta Memed Anavarza kayalıklarını tutuyor. O Anavarza kayalıklarını tutunca tam yedi can-darmayı ayaklarından vuruyor. Hepsinin de ayağı kırık. Bir oğlağı da Anavarza öreninin dibine bağlayıp kendisi başka yöne kayıyor. Bizimkiler oğlağı kurşunluyorlar. O kadar çok kurşun sıkıyorlar ki oğlağa oğlak parça parça, kuşbaşı oluyor. Oradan İnce Memed devedikenliğe düşüyor. Devedikenlikte, sel yatağı derenin içine giriyor, derenin içinde yitiyor. Cin Veli de onu, Anavarza kayalıklarına oturmuş görüyor. Anlıyor ki İnce Memed, onu bir iyice tanıyor. Candarmaya haber veriyor. Candarma da korkuyor."
"Neden, nasıl, bir tek adamdan mı korkuyor o kadar Türk askeri, olamaz, olamaz efendim. Sus bakalım sen! Başka?"
"Yok Yüzbaşım yok." Delikanlı zırıl zırıl terliyordu. "Yok Yüzbaşım, yok, candarmalar İnce Memedden korkmuyorlar-dı."
"Ya neden korkuyorlardı?" diye çok sert sordu Yüzbaşı. "Türk askeri hiçbir şeyden korkmaz."
"Biliyorum," dedi zırıl zırıl durmadan terleyen delikanlı, "ben de askerlik yaptım, Türk askeri hiçbir şeyden korkmaz, ama o derenin içi ağzına kadar karayılan dolu. Her yılanın boyu da, na şu kadar..." Kollarını açtı, uzunluğu gösterdi. "Nah Şu kadar, beş arşın boyunda her birisi. İşte oraya ne Türk askeri, ne de Türk köylüsü, hiç kimse giremez."
Yüzbaşı öfkeyle ayağa kalktı, parlak çizmeli bacaklarının üstünde üç kere yaylandıktan sonra:
"Pekiyi, oraya kimse giremez de o kan içici nasıl girmiş?"
"O girer," dedi delikanlı. "Onun parmağında Kırkgöz Ocağının verdiği yüzük varmış. Bir de yılana afsunluymuş o. Üstü-
49
ne gelen yılanları kuyruklarından tutup tutup yere çalıyormuş o... Bir de onu ejderha karşılamış."
"Sus," diye bağırdı Yüzbaşı. "Bin atma git de haber ver Çavuşa, ben hemen geliyorum, kuşatmayı gevşetmesin. Köylüleri de el ele dizsin Akçasazın etrafına."
"Baş üstüne Yüzbaşım."
Delikanlı bir asker selamı verip, koşarak dışarı fırladı, atına atladığı gibi çarşıya sürdü, çarşının içinden yel gibi geçti. Görkemli atını, hem de doludizgin çarşının ortasından sürerek, kasabalılara gösterdiği için delikanlı çok mutluydu.
"Bu delikanlı Anavarza kaplanı Talip Beyin en küçük oğlu," dedi Taşkın Halil Bey.
"Ah, şimdi, bu anda Anavarza kaplanı sağ olsaydı," diye onun sözünü kesti Zülfü Bey, "İnce Memed mi, kaim Memed mi, gösterirdi ona ejderhanın deliğini, ona Talip Bey..."
"Yüzbaşım da gösterir," diye ayağa kalktı Kaymakam, elini Yüzbaşıya uzattı, "Allah gazanı mübarek kılsın Yüzbaşım," dedi. "Muvaffakiyetiniz ebedi, ölmez Cumhuriyetimizin unutulmaz zaferi olacaktır. Ve siz, bu belayı üstümüzden, asil kanlı vatanımızdan bertaraf ettiğiniz için Türk tarihine altın harflerle yazılacaksınız."
Ötekiler de hep birden ayağa kalktılar ve teker teker Yüzbaşıya muzafferiyetler dilediler.
"Türk candarması her şeye kadirdir."
"Yüzbaşım siz İnce Memedi Akçasazın harimi ismetinde boğacaksınız."
"Ve Yüzbaşım, bu asil kanlı topraklar tez bir günde o kanlı zalime mezar olacaktır."
Yüzbaşı sağ eliyle manevra kayışını tutarak geniş asker adımlarıyla dışarı çıktı. Yüzünde şimdiden büyük bir muzaffe-riyet kazanmış komutanların mutluluğu okunuyordu.
"Allah sözünü geçkil, kılıcını keskin eylesin Yüzbaşım."
"Allah başımızdan sizin gibi asil kanlı Cumhuriyet çocuklarını eksik etmesin."
"Bir İnce Memed değil, öyle bir vatan haini, İngiliz casusu sana vız gelip durur."
50
Yüzbaşı yarım saat içinde giyindi kuşandı, hazırlandı, atına bindi, arkasında bir bölük candarmayla çarşının ortasından geçip Anavarzaya aşağı yola revan oldu.
Yüzbaşı gittikten sonra üç gün kasabada tam bir sessizlik sürdü. Murtaza Ağa bile ağzını açıp da bir tek sözcük bile konuşmadı. Arzuhalciler dilekçelerini kestiler. Ankaraya bir tek tel bile çekilmedi. Kasaba derin bir beklemenin içindeydi. Üçüncü günün akşamı, gene o delikanlı soylu atın binicisi, Anavarza kaplanı Talip Beyin en küçük oğlu çarşının içinden atını doludizgin sürdü geldi Belediyenin önünde durdu. Belediye Başkanı onu dış kapının önünde karşıladı.
"Ne oldu?" diye sordu.
Onun arkasından ötekiler, kasaba ileri gelenleri de dış kapıya gelmişlerdi, önlerinde Savcı ve Yargıçlar.
"Yakaladı Yüzbaşım," dedi, "boynuna ip takmış İnce Me-medin getiriyormuş, getiriyormuş."
"Sana kim söyledi?"
"Yalnızdut Muhtarı bana var git kasabaya yetiş, haberi ulaştır, dedi," diyerek gülümsedi, atma atladığı gibi sürdü, "ben İnce Memedi görmeye gidiyorum."
Geride kalanlar hemen sevinemediler. Ne Adanaya, ne de Ankaraya başarı teli çekmediler. Sütten ağzı yanan yoğurdu üf-ler de içer, salt, "İnşallah gelen haber, doğrudur," dediler, ne bayraklar astılar, ne de davul dövdürdüler.
Yalnız Murtaza Ağa ortalığa düşmüş: "Onu kimse yakalayamaz, O Allahm aslanını, o Muhammedin şahinini... Onun parmağındaki yüzüğü kim verdi biliyor musunuz, Kırkgöz Ocağının son piri Anacık Sultan verdi, o yüzük öyle ışık saçıyor ki, bakanın gözü yanıyor, kör oluyor parlaklığından, yakalasın onu bir kimse bakalım azıcık yüreği varsa, o, Allahm aslanını," diyor, ortalığı kasıp kavuruyordu.
Topal Ali Murtaza Ağayı günü gününe izliyor, ondaki bu değişikliğe bir anlam veremiyordu. Sonunda durumu çaktı. İnce Memedin, Mahmut Ağayı kurşunlarken söylediği sözleri bir yerlerden öğrendi. Şimdi artık gene Murtaza onun başının bela-sıydı. Kim bilir onunla barışmak için neler yapacaktı, şu İnce Memed için de neler söylenmiyordu. Yakalandığı haberi gelmiş, halk beklemeye geçmiş, bir türlü de aslı astarı çıkmamıştı.
ORHAN KEMAL 51 İL HALK KÜTÜPHANESİ
Devedikenliğe giren İnce Memedin üstüne karayılanlar, oradan oraya uçarak akmaya başlamışlar, İnce Memeddir çekmiş tabancasını attığı yılanı ortasından ikiye bölmüş, attığını bölmüş, yılanlar bakmışlar ki olmayacak, izin vermişler o da devedikenliğin içine girmiş yerleşmiş. Ne candarmalar, ne Yüzbaşı, ne de köylüler korkularından devedikenliğe giremiyorlar-mış. Memed içerde, karayılanların arasında, köylüler, candarmalar dışarda, Anavarza kayalıklarında, Anavarza ovasında, Akçasaz kıyılarmdaymışlar. Memedle yılanlar bir yanda, can-darmalarla köylüler bir yanda.
"İnce Memedi yılanlar padişahı ve hem de ejderha çıkmış sarayından, almış onu altın boynuzlarının üstüne sarayına götürmüş."
"Yüzbaşı Faruktur bu. Artık bu sefer İnce Memedin ya ölüsü, ya da dirisi..."
"İnce Memed bu sefer kuş olsa da kurtulamaz Faruk Yüzbaşının elinden. Ya ölüsü, ya dirisi."
"Altın boynuzlu değil, elmas boynuzlu da olsa onu ejderhanın elinden alır."
"Sarayını başına yıkar da alır."
"Akçasazı suyu, batağı, ağaçları, yılanları, kuşlarıyla yakar da alır."
"Bu sefer ya Yüzbaşı, ya da İnce Memed."
"Parmağındaki yüzüğü o nereye giderse gitsin şavk veriyor, gözleri kör ediyor, ama onun yanma kimse, yaklaşamıyor."
Akçasazın kuşatmasına o yörelerden o kadar çok insan geldi ki, haymalar, alacıklar kuruldu. Gece sabahlara kadar ateşler yandı. Koyunlar, danalar, keçiler kesildi, dükkanlar kuruldu, gezgin satıcılar ortalığı aldı, ekmek, peynir, kavurga, kaynamış yumurta, yoğurt, süt, bal satanlar çok iş tuttular. Uzunca bir süre bataklığa akıp gelen kalabalığın ardı arkası kesilmedi. Av köpekleri, tazılar, iri çoban köpekleriyle geldiler. Akçasazı çalı çalı, kamış kamış, ağaç ağaç aradılar. Aramadık hiçbir yer, en küçük bir kuytu, karartı bırakmadılar.
En sonunda onu bulmaktan umudu kesenler, var bunda bir sırrı hikmet, dediler. Yer yarılmadı ki yere girsin, kuş olmadı ki göğe uçsun, yılan donuna girmedi ki akıp gitsin yılanlara
52
karışsın, ne oldu bu adama? Bu işte bir tuhaf iş var ki Allah sonunu hayra tebdil eylesin.
Yılanların arasında, şu devedikenliğinin içinde olmasın? Candarmalar, Yüzbaşı, köylüler bir süre uçsuz bucaksız devedikenliğin kıyısında beklediler. Bir süre korktular dikenliğe giremediler. En sonunda Yüzbaşı belinden tabancasını çekti, atının dizginini kıstı, "marş marş, hücum," dedi, devedikenliğin içine atını sürdü. Dikenler atın üstünde onun yarı beline kadar geliyor, bıçak gibi de batıyorlardı. Bereket versin bacaklarında çizme vardı. Candarmalar da onun arkasından daldılar dikenliğe... Candarmaların ardından da köylüler. O gün akşama kadar devedikenlikte bir karayılan kırımı oldu, sen de yüz, ben deyim bin... Hikmeti Huda ne kadar çok yılan varmış şu dikenlikte, çok yılan öldürdüler. Çoğunu da kaçırdılar. Candarmaları, köylüleri gören yılanların büyük bir çoğunluğu sanki kanat takıp uçuyorlar, bir anda da gözden yitiyorlardı.
O gün bütün dikenliği taş, ağaç, çalı delik delik aradılar. Akşam olunca herkes yorgunluktan yere serildi, bir süre kıpır-dayamadılar. Bacaklarını dikenler dalamış, herkesin bedeni kan içinde kalmıştı.
Yüzbaşı ertesi günün akşamı Akçasaz kuşatmasını kaldırdı, bir gece yarısı kasabaya sessizce döndü. Çavuşun kumandasındaki candarmalar o yörede kaldılar. En küçük bir ipucunu değerlendirecekler, İnce Memedi köy köy, ev ev de olsa arayacaklardı. O kan içici eşkıya daha buralardan ayrılamamıştı. Bugünlerde bir yerlerden başını göstermemesinin mümkünü çaresi yoktu.
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:39 pm

53
Ağacın üstü rahattı. Daha öncekiler en yumuşak otları dö-şemişlerdi yataklarına. Memed kendini bırakır bırakmaz uyudu. Uyumasıyla uyanması da bir oldu. Çok tedirgindi, Müs-lümdense hiç ses şada çıkmıyordu. Garbi yeli kesilmiş, göğü kalın bulutlar örtmüştü. Kurşun geçirmez bir karanlık çökmüştü bataklığın üstüne. Gece sıkıntılı, yapış yapıştı.
"Haydi kalkalım Müslüm."
"Kalkıp da ne yapalım?"
O uyanır uyanmaz, onunla birlikte Müslüm de uyanmıştı.
"Gidelim Müslüm. Bana öyle geliyor ki kuşatıldık."
"Ne biliyorsun kuşatıldığımızı?"
"Biliyorum. Kulak ver de dört köşeyi dinle... Birtakım sesler geliyor usuldan, duyulur duyulmaz."
Ortalıkta bir süre bir sessizlik oldu, ne o konuştu, ne de öteki.
"Ben hiçbir şey duymuyorum," dedi Müslüm.
"Duyamazsın," dedi Memed, "neden ki dersen, senin kulağın eşkıya kulağı değil."
"Nasıl olurmuş eşkıya kulağı?"
"İşte böyle, benimki gibi olur. Kırk günlük yolda yaprak kı-pırdasa duyar. Haydi kalk, bir an önce yola çıkalım, kuşatıldık."
"Kuşatıldıysak nasıl çıkacağız?"
"Devedikenlikten, sel yatağından, yılanların içinden... Orasını kimse akıl edip de beklemez. Bir de korkarlar. Haydi kalk..."
54
"Bu gece yarısı, bu karanlıkta Memed Ağam, yılanlar bizi yerler. Gece yarısı yılanlar çok azgın olurlar, parçalarlar bizi, didik didik ederler..."
"Hani sen ne diyordun, ben diyordun, yılanlara kazan kazan süt verdim, bilumum yılanlar beni tanır, diyordun?" "Göz gözü görmez karanlıkta ne bilsinler beni?" "Hani yedi başlı ejderha, yılanların başı değil mi, o seni kardaş gibi tanırdı, altın boynuzlarının üstüne alıp seni sarayına..."
"Taşkala etme benimle Memed Ağam." "Haydi kalk gidelim."
"Bak Memed Ağam... Belki de kuşatılmadık, hele azıcık ortalık ısısın, alacakaranlıklasın, işte biz de..."
"O zaman bizi herkes görür. Şimdi gidersek kurtuluruz." "Şimdi gidemeyiz Memed Ağam, yılanların en azgın zamanıdır gece yarıları. Şimdi onlar öyle azmışlardır ki biribirle-rini yiyorlardır. Bir de onlar gece yarıları sevişirler, kıpkırmızı, demircinin ocağındaki köz gibi kıpkırmızı olmuş demir gibi olurlar, biribirlerine dolanıp direk gibi ayağa kalkar, kuyruklarının üstüne dikilirler. Onlar böyle kıpkırmızı kesilince öyle azgın olurlar ki gözlerinin gördüğü yerdeki insanı, kurşun gibi akarak ortalarından biçerler, ardından da dilim dilim ederler..." "O senin dediğin narlar çiçek açtığında olur. Narlar çiçek açtığında Çukurovanın karayılanları da nar çiçeği gibi kızarır, sevişirler, narlar daha çiçek açmadı."
"Narlar çiçek açtı," dedi Müslüm. "Çukurovada narlar çok erken açar."
"Haziranda açar," dedi Memed. "Daha hazirana da çok var. Haydi kalk yürü, düş önüme."
Söğüt ağacından yere atladı, bir an orada bekledi, yönünü doğrulttu, bu sırada Müslüm de ağacın gövdesinden aşağıya kayıverdi. Durmadan dualar okuyordu.
"Hançerini çek... Yılanlar üstümüze atlarsa kurşun sıkmak yok... Hançeri sallayacaksın." Memed çok yavaş, duyulur duyulmaz, Müslümün kulağına konuşuyordu. "Başka çaremiz Vok Müslüm, şimdi şu sazlığın kıyılan, şu Anavarzamn etekleri insanla dolmuştur. İtiyle atıyla, kızı kısrağı, yaşlısı genciyle bü-
55
tün Çukurova köyleri ayaklanmış bizi kuşatmışlardır. Bu gece buradan çıkmazsak, yarın sabaha bizim iğne ucu kadar bir yerimiz kalmaz. Köylüler bizi öyle parçalarlar ki candarmalar bir parçamızı bile göremezler. Haydi yürü."
Memed önde, Müslüm arkada, çabuk çabuk yürüyerek de-vedikenliğini buldular.
Müslüm:
"Dur Memed Ağam," dedi, "ben buraları ayak yordamıyla bulurum, yılanlar da beni tanırlar, ben önden gideyim, onlara kazan kazan süt veren ben değil miyim, eğer bana bir şey yaparlarsa sütlerim gözlerine dizlerine dursun."
Öne düştü, yürüdüler. Müslüm çok çabuk yürüyor, Memed arkasından zor yetişiyor, bacaklarını, kimi zaman da yüzünü dikenler dalıyor, acıtıyor, parçalıyordu. Ama Müslüm gittikçe hızlanıyor, dikenleri de daha az hışırdatıyordu. Devedi-kenliğin içinden bir yılan gibi kayıyorlardı sessizce...
Sağ yanda, Anavarza kayalığının bittiği, Ceyhan ırmağının kayalığın ucunu yalayarak aktığı yerde bir büyük ateş yanıyor, bir büyük kalabalığın da uğultusu geliyordu, bir an durdular.
"Ben sana demedim mi Müslüm," dedi Memed fısıltıyla. "Bütün Çukurova burada bu gece. Sabah olunca İnce Memed avına çıkacaklar."
"Biz onlara ne yaptık ki," dedi Müslüm.
"Bir şey yapmadık ya, keyif... İnce Memedi yakalayacaklar, paramparça edecekler... Keyiflenecekler. Bu da kıyamete kadar dillerde söylenecek... Keyif... Şimdi daha sessiz."
"Bak, bir yıldız, göründü," dedi Müslüm, "Azıcık aydınlık..." "Aman, dur Müslüm, aydınlık bizi yakar."
"Onlar burayı bekleyemezler, yılanlardan korkarlar. Şimdi bu dereyi aşağı inince Ceyhan ırmağının yarlarına ulaşırız."
"Yolumuz çok mu uzun?" diye sordu Memed. "Gün doğmadan Ceyhan ırmağını tutabilir miyiz?"
"Tutarız," dedi Müslüm.
"Hani hiç yılan yok."
"Yılanlar gece uyurlar, hele serin bahar gecelerinde, hele devedikenliğin içinde, fıkaralar bir kelep olur uyurlar."
"Hani kıpkırmızı olurlardı?"
56
"Ben yılandan korkarım."
"Şimdi ya?"
"Şimdi de korkuyorum."
"Haydi yürü, şimdi daha da sessiz."
"Daha sessiz," dedi Müslüm.
Öylesine yürüdü ki en küçük bir çıtırtı bile çıkarmıyordu. Memed, hem önündeki çocuğun yürüyüşüne, yürüyüşüne değil de, bu sessizlikte gecede önünden kayışına şaşıyor, kendi de elinden geldiğince ona uymaya çalışıyordu.
İri taşlı bir yere geldiler.
"Burada yılan kaynar," dedi Müslüm. "Yılanların en azılısı buradadır. Bir ok yılanı olur burada, her birisi uzun, üç kulaç. Kalınlıkları da serçeparmağım kadardır. Oradan oraya uçar, ne bulursa sokarlar. Mandayı bile soksalar, manda bile yerinden kıpırdayamaz, günden gölgeye ulaşamaz, hık der de canı çıkar. Altın gibidir her birisi. Güneşte sarı ışıltılar saçarak oradan oraya durmadan akarlar."
"Şimdi ne yapıyorlar?"
"Uyuyorlar. Ok yılanı var ya, öteki yılanlar gibi öyle kelep olaraktan uyumazlar."
"Ya ne yaparlar?"
"Öyle upuzun, altm bir çubuk gibi yere serilir yatarlar. Çoğunluk da yol üstlerine yatarlar. Yolda giderken gün vurmuş ışıltılar saçan bir altın çubuk görürsün, almaya eğilirsin, elin değer değmez bir de bakmışsın ki yemişsin dişi, oracıkta kıvrılır kalırsın, canm da hemen o anda çıkıverir. Şimdi uyuyorlar. Çok şükür Allaha ki uykuları ağırdır, kuyruğuna bassan uyanmazlar."
Konuşma onu biraz yavaşlatmıştı. Onlar ilerledikçe yöreden gelen uğultular, sesler artıyor, sağdan soldan, kuzeyden güneyden de durmadan tek tek yalımlar patlıyordu.
Müslümün birden, eyvah, demesiyle atlaması bir oldu. Memed, önündeki karartının bir havalandığını, sonra da düştüğünü gördü. Tam o anda da bir hışırtı koptu, geldi geçti, hışırtı daha ötelerden gelip duruyordu.
Memed ona koştu. Müslüm, o gelinceye kadar ayağa kalkmıştı.
57
"Ne oldu Müslüm?"
"Yılan," dedi Müslüm. "Kara bir yılan. Belki yüz kulaç. Vurdu bana. Bacağım tutmuyor, çont oldu."
"Yürüyemeyecek misin?"
"Dur bakalım, çok ağrıyor."
"Bin sırtıma öyleyse..."
"Yok Memed Ağam, yok. Ağrıyor dedikse ayağımız kökünden koptu demedik."
Yürümeye başladı. Ama bu sefer Müslümün önden giden karartısı eğilip eğilip kalkıyordu.
"Müslüm nasılsın?"
"İyiyim, iyiyim."
Müslümün önden, eğilip kalkarak giden karartısı gittikçe hızlanıyor, o hızlandıkça dikenlikten de daha az hışırtı geliyordu.
Bir an oldu, Müslümün hızı birden düştü. Ardından da durdu.
"Ne oldu Müslüm?"
"Azıcık, azıcık duralım Memed Ağam. Bacağımı hiç çekemiyorum."
"Soktu mu acaba?"
"Yok," dedi Müslüm, "soksaydı, ben şimdiye öteki dünyayı çoktan boylamıştım. Çok sert vurdu. İnşallah kemiği kırmamıştır."
Memede bir süre dayandı, öyle kaldı. Biraz sonra da doğruldu, "Yolcu yolunda gerek Memed Ağam, sabaha kadar buradan çıkamazsak, sen haklıymışsın, şunlar bizi..." Öbek öbek yanan ateşleri gösterdi.
Dört yandan gelen gürültüye kulak kabarttılar.
"Sanki bütün Çukurovanın adamı kurdu kuşu, atı itiyle buraya toplanmışlar," dedi Müslüm. "Yarın bizi Akçasazda bulamayınca..."
"Çok kaçak bulacaklar," dedi.
"Doğrusun," dedi Müslüm, "Akçasazm içi hiçbir zaman kaçaksız kalmaz."
Bu sefer çok daha hızlı kayıyor, Memed arkasından yetişe-miyordu. Biraz sonra Memed dili dışarda, sıcakta kalmış kuşlar gibi harladı.
58
"Sana yetişemiyorum Müslüm."
"Yetiş Memed Ağam yetiş, çok acıyor, acıdan yüreğim kopuyor. Yetiş Memed Ağam yetiş."
Memed çalışıyor çabalıyor, bir türlü ona ulaşamıyor, öteki gittikçe arayı açıyordu. Kıyılardan da gürültüler gittikçe çoğalarak, gecenin içinde daha büyüyerek, Anavarza kayalıklarında yankılanarak geliyordu.
"Kalabalığın üstüne yürüyoruz Müslüm."
"Önümüzde kimse yok."
"Neden yok Müslüm?"
"Önümüzde de yılan çok Memed Ağam. Orada ırmağın kıyısında, o kayalığın dibinde bir ejderha var ki onu buralarda görmeyen yok. Yüz yirmi tane boynuzu var, kıpkırmızı. Ağzından da durmadan yalım püskürtür. Bu yörelere kimse kimse, kimsecikler yanaşamaz."
Gündoğuda Gavur dağlarının başında karanlığın üstüne bir ışık parçası düştü düşecek, onlar Ceyhan ırmağının kıyısına, yarın altına sel yatağından indiler. İner inmez de Müslüm suyun kıyısına, çakıltaşlarının üstüne inleyerek kendisini attı, attı, oraya uzandı kaldı.
Memed telaşlandı:
"Çok mu kötüsün Müslüm?"
"Yok Memed Ağam, azıcık toparlanayım, şimdi geçer. Bacağım gittikçe azıyor. Vay babam vay... Ne yılanmış bre! Belki on kulaç."
Memed, onun başında bir süre bekledi, baktı ki ortalık neredeyse ağaracak, Gavur dağlarının üstünde incecik ak bir çizgi belirdi.
"Kalk Müslüm," dedi, onu elinden tutup hızla çekti kaldırdı. "Kalk, buraya kadar geldik de yılanları söke söke, bundan sonra yakayı ele vermeyelim. Şu yukarı köylere..."
"Köylere mi?"
"Köylere," dedi Memed.
Bu sefer Memed öne düştü, çakılların üstünden koşarcasına yürüdü.
"Çok ses çıkarıyorsun," diye arkasından yetişti Müslüm. Dur, o kadar çabuk yürüme. Şurada, az ilerde bir köy var."
59
Öne geçti.
"Çakılların üstünden yürüme. Arkamdan gel, şu yarın dibinden... Yar diplerinde çakıl olmaz."
"Vay bre, yok," diye sevindi Memed.
Gün ağarıyordu ki bir ılgın çalısı topluluğuna geldiler. Suyun yüzü dümdüz bir ayna gibiydi. Uykudan daha yeni uyanır bir hali vardı. Işıklar, bir yanından giriyor, hızla öbür başından çıkıyordu.
"Bak, ötede de köy."
"Köy," dedi Müslüm, ılgın çalılarının içine girdi, bir açıklığa, çakıltaşlarınm üstüne uzandı.
"Demek bu kadar kötüsün."
"Kötüyüm," diye dişini sıktı Müslüm. Yüzü gerildi.
"Öyleyse sen burada bekle, ben şu köye gideyim."
"Dur, sen burada bekle de ben gideyim," dedi Müslüm, "tüfeğim de burada kalsın. Beni üç cigara içimi bekle, gelmez-sem, sen bildiğin yere git. Al bunları da..."
Memede bir boncuklu kese uzattı, ardından da, fişekliklerini çıkardı, tüfeğinin üstüne koydu, topallayarak yardan yola çıktı, yolu geçip köye yollandı.
Döndüğünde gün iyice kızdırmış, suyun dibine gün vurmuş, çakıltaşları suyun ipiltileri içinde kalmıştı. Müslüm şimdi daha çok topallıyor, yüzü acıdan kasılıyor, buruş buruş oluyordu.
"Köy bomboş," dedi Müslüm yarı aşağı inerken. "Siniler sinek yok. O kadar dolaştım köyün içinde tavuklardan, bir de kırlangıçlardan, bir de bir sarı yılandan başka hiçbir canlı görmedim."
"Yılanı öldüreydin bari."
"Zavalsız yılanı öldürmek olmaz."
"Haydi gidelim."
Cüppesini giydi.
"Baksana Müslüm, halimiz de çok berbat. Yırtılmadık, kanamadık yerimiz kalmamış."
Dik yarı yandaki sel aşıntısından çıktılar. Kamıştan, çitten, sazlardan yapılmış evleriyle köy, ovanın üstüne cansız, kıpırtı-
60
Sız yatmış, soyu tükenmiş, bir tarihöncesi hayvana benziyordu, yaklaşırlarken Memed:
"Şu ilk eve girelim, ne dersin Müslüm?" diye sordu.
Müslüm acı içindeki buruşmuş yüzüyle gülümsedi.
"Girelim Ağam, bakalım Allah kısmetimize ne çıkaracak."
Kamıştan, üstü saz kaplı uzun evin avlusuna girdiler, yaşlı bir kadın karşıladı onları. Uzun boylu, güleç, uzun yüzlü, sivri çeneli, sobe kara gözlü, ak başörtülü bir kadındı. Başörtüsünün kenarlarına pul işlemiş, ayaklarına gülüşeftali kırmızı, topuksuz Maraş ayakkabısı giymişti. İnceden, alımlı bir kadındı.
"Buyurun, buyurun Hoca Efendi. Arkandaki şu topallayan yavru da mollan mı? Nesi var fıkaranm, yoksa anadan doğma topal mı? Hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Evin erkeği de evde yok ya yavrular, İmam Efendi. Hele içeriye buyurun," diye onları güleç yüzle karşıladı.
Kapıda çok güzel bir kız duruyordu, konukları görünce hemen içeriye çekildi, içerden getirdiği yastıkları sedirin üstüne koydu, ellerini önüne kavuşturup içeriye girenleri bekledi. Onlar eşikten adımlarını attıktan sonra vardı, Memedin elini aldı öptü, ardından da alnına götürdü.
"Hoş gelmişsin Hoca Efendim."
"Hoş bulduk kızım," dedi Memed.
Yandaki odadan bir gelinle üç çocuk çıktı. Çocuklardan ikisi kız, birisi oğlandı. Gelin de Memedin elini öpüp, Müslüme, hoş geldiniz dedikten sonra, köşeye dikilip bekledi.
Memed sedire çöküp oturduktan sonra:
"Hatun anam," dedi, "ben hoca değilim," dedi gülümseyerek, bu arada da cüppesini çıkardı.
Kadın:
"Anladım, anladım kurban olduğum konuk," dedi, "şimdi iyice anladım, sen İnce Memedi kovalamaktan geliyorsun öyle mi, bu evin erkeği de senin gibi giyindi kuşandı da, her bir yanına fişeklikler taktı da, mavzerini aldı da İnce Memedi öldürmeye gitti. Bizim köyün erkeğinin hepsi de, yediden yetmişe silahlandılar da İnce Memedi öldürmeye gittiler. Kadınlar bile gittiler."
"Ne alıp veremedikleri varmış İnce Memedlen?"
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

İnce Memed 4 - Yaşar Kemal Empty Geri: İnce Memed 4 - Yaşar Kemal

Mesaj tarafından troypc Çarş. Ara. 09, 2009 5:40 pm

61
"Ne bileyim kardaşım, ne bileyim ben, herhal İnce Memed babalarını öldürmüş, analarının da ırzına geçmiş, evlerini başlarına yıkmış, ocaklarını söndürmüş, köylerini yakmış. Ne bileyim kardaşım. Bu yörenin köylerinde, eli silah tutar kimse kalmadı, İnce Memed lafını duyunca köyler boşaldı da onu öldürmeye, parça parça doğramaya, kıyma gibi kıymaya gittiler. Ben ne bileyim kardaşım ben."
"İnce Memedin onlara ne zararı dokunmuş ki, ne istiyorlar ki ondan?"
Kadın, İnce Memedin oturduğu sedire doğru sert bir adım atarak sesini daha da yükseltti, yüzünü ateş bastı, boyun damarları şişti, yüzü pespembe oldu.
"Sen ne istedin ki ondan, ne alıp veremediğin var İnce Me-medlen, yedi koşar fişek bağladın da, Çerkeş hançerini taktın da, kara dürbünü boynuna astın da, Alaman filintasını eline aldın da ne demeye gittin Anavarza yazısına, Akçasaz bataklığına? İnce Memed, ne yaptıydı sana yavrum, şu topal sabiyi yanına aldın da... Öyle mi? Şu halinize bakın yavrum, adamlıktan çıkmışsınız, yakalayıp da ne yapacaksınız İnce Memed i, öldürecek misiniz, derisini yüzüp güneşte mi kurutacaksınız, gözlerini oyup Anka-raya mı göndereceksiniz, etlerini kıyma edip kebap mı yapacaksınız, ya da o insana benzemez, dişi domuz suratlı, kurbağa gözlü, insandan azmış Kertiş Aliye, ya da Yüzbaşıya mı teslim edeceksiniz? İnce Memed size ne yaptı oğlum, avradınızı mı aldı elinizden, bacınızın başına mı çöktü? Abdi Ağayı öldürdü, o zalim, yedi köyün düşmanı, kan içici Abdi Ağa sizin neyiniz olur da onun öcünü almak için silahlandınız da, İnce Memedi öldürmeye gittiniz? Abdi öldü de tüm şu Toros dağlan, bir dinsiz imansızdan kurtulduk, diye, dağlara taşlara ateş vererek bayram etmedi mi? Ali Safayı öldürdü, diye yerinden yurdundan olmuş Vayvay köyü geri baba ocaklarına dönmediler mi? Yüz adamın kanlısı, kan içici, fıkara celladı Çiçekli Mahmut Ağayı öldürdü de bütün bir Çukurova şadlık şadımanlık eylemedi mi?"
"Dur anam, dur güzel ablam, dur ki sana ne söyleyim..."
Kadın ter içinde kalmıştı.
"Durmam," diye bağırdı. "Bak bak, bedenin görünmüyor fişekten. Aboov, tırnağına kadar koşar koşar fişek bağlamışsın.
62
Bak şu sabiye, onu da kendine benzetmişsin. Ne yaptı söyle, ne yaptı sana İnce Memed?"
O bağırdıkça Memed gülüyordu.
"İnce Memed bana bir şey yapmadı anacığım. Ben de
ona---"
"Gül gül," diye daha çok kızdı kadın. "Ah, sen evimde konuk olmasaydın, sana yapacağımı bilirdim."
Dışarıya çıktı hızla, aynı hızla da geriye döndü.
"Teh, şuna da bak, İnce Memedi öldürmeye gidene de bak, bir de imam kılığına girmiş, kandıracak da, İnce oğlumu yakalayacak da, götürüp de Ağası Kertiş Aliyle, o sarı çıyan Yüzbaşıya teslim edecek de... Tuzlayım da kokmayın e mi, Yüzbaşı da, Ankaradaki Gazi Mustafa Kemal de efendi oğluma kırmızı kuyruklu madalya verecek de..."
"Ana, bacı, Kertiş Ali benim ağam değil."
"Hemi de Kertiş Ali senin feriştahm, o cellat, o kan içici, hemi senin, hemi de bu evin, boynu altında kalası erkeğinin paşası. O İnce Memede bir şey olsun da, hiçbir şey olmaz ya, ben ona gösteririm. Bir daha eve sokmam onu. Alır çoluk çocuğunu, şu avradını gider cehennemin dibine. Bu evin eşiğinden içeri onun ayağını sokarsam bana da Kara Zeynep demesinler, şu saçlarımı keser de eşeklere kuyruk eylerim."
Durdu, gerildi, alaycı, küçümseyici bir tavır aldı:
"Yiğitlerimiz Akçasazda İnce Memedi kıstırmışlar da, otuz pare köyün yiğitleri, beş bölük candarma da yanlarında İnce Memedi yakalamaya, öldürmeye... Breh, breh, breh, yiğitlerime de bakın!"
Kadın alaycılığı bıraktı, birden kükrer gibi oldu, değişti, kabardı.
"Oğullarım, oğullarım, bir tek adamı bin beş yüz bin, beş yüz bin köylüylen, atınan itinen böyle sabi çocuklarınan kıstı-np öldürmek kolay, İnce Memed ölmez ya..." Sesini indirdi, "ince Memed olmak zor, İnce Memedlik zor yavrularım. Beni dinle oğlum, iyi ki bıraktın da geldin İnce Memedi kovalamayı..." Memede doğru eğildi, Memedin gözleri yaş içinde kal-nuştı, kendini bıraksa, şurada, şu kadının dizlerine kapanıp ağlayacaktı. "Bak yavrum, o İnce Memed var ya, bir ermiş kişi,
63
ona dokunan, onun için bir kötülük düşünen kişi çont olur, ocağı söner, zürriyeti tükenir, hanesinde baykuşlar öter. Bak yavrum, iyi ki döndün geldin..." Artık sesini alçaltmış, coşkusu geçmişti, "Bak oğlum..." Ona bir giz söyler gibi üstüne eğildi. "Beni dinle, ben iyi biliyorum, yerinden biliyorum, İnce Memede hiçbir şey olmaz. Onda Kırkgöz Ocağının mührü var. Anacık Sultanımız, ocağın mührünü, kılıcını, o kılıcı İnce Memed-den başka kimse yerinden kaldıramıyormuş, İnce Memede vermiş. Bir de bin ayet yazılı gömleği vermiş ona. İşte bu yüzden İnce Memede hiçbir şey olamaz. Şimdi o Akçasazm ortasından kuş olmuş uçmuş, yılan olmuş akmış, bulut olmuş Düldül dağının doruğuna ağmıştır, ona hiçbir şey olmaz. Sen sağ salim gelmişsin çok şükür, elin ayağın çont olmadan. İnşallah koca Allah benim oğlumu da gönderir,"
Kadın içini dökmüş, epeyce yeynilmiş, kıpkırmızı olmuş, ter içinde kalmış yüzü yavaş yavaş açılıyordu.
Kadın Memedin gözlerini yaş içinde görünce çok üzüldü:
"Kusuruma kalma oğul," diye özür diledi, "senin gönlünü kırdım. Ben batayım, ben böyleyim işte. İnsan hiç evine gelen tanrı konuğunu böyle karşılar mı, seni çok üzdüm oğlum. İyi ki, İnce Memedi kovalayanlara katılmadın da döndün geldin. Kusuruma kalma."
Memedin gözlerinden iki damla yaş, kucağına yatırdığı tüfeğinin kundağına düştü.
Kadın buna daha çok üzüldü, ne yapacağını, konuğun gönlünü nasıl alacağını bilemedi, dizlerine vurmaya başladı:
"Vay, ben ne ettim, vay benim iki gözüm önüme aksın, vay ben yılancıklardan, vay ben yağlı kurşunlardan gideyim, insan hiçbir tanrı misafirine, bir konuğa benim ettiğimi eder mi?"
Elini Memedin omuzuna koydu:
"Konuk," dedi, "konuk, senin elini ayağını öpeyim, senin kesip attığın tırnağına kurban olayım beni bağışla, kurban olayım ağlama konuğum."
Memed konuşmak istiyor, durmadan da bir yumruk geliyor onun boğazını tıkıyordu. Kadın da ne yapacağım bilemiyor, onların yöresinde özür dileyerek dönüp duruyordu. En sonunda kendini toparlayan Memed:
64
"Anam," dedi, "ben senin elini ayağını öpeyim. Anam, bacım kendini yeme. Ben İnce Memedim."
"Neee?" diye bir çığlık attı kadın, "neee?"
"İnce Memed dedikleri, İnce Memed. Ağam budur İşte," dedi Müslüm, tane tane. Ama onun da sesi boğulmuştu.
Şaşkınlık içindeki kadın birden yere sağılıverdi, yere çöktü oturdu bir süre konuşamadı, İnce Memede baktı kaldı, gözlerini de ondan ayıramıyordu. Neden sonra:
"Çok şükür Allahıma," dedi. "Çok şükür Allahıma ki, Alla-hımın böyle bir günü de var imiş. Çok şükür."
Ayağa kalktı, dışarıya çıktı, içeriye girdi, odalara daldı. Durmadan gülüyordu. Biraz sonra kendine geldi, bir iyice din-ginlemişti. Gülerek Memedin yanma geldi, omuzuna dokundu:
"Nerenden belli senin İnce Memed olduğun hey bre konuk, şöyle bir bakarsan sen bir kımık çocuksun. Böyle de İnce Memed olur muymuş? Arkadaşının da ağzı süt kokuyor, İnce Memedin de böyle arkadaşı olur muymuş? Bir de sen durmadan avrat gibi gözyaşı döküyorsun hey konuk. İnce Memed böyle avratlar gibi de ağlar mıymış? Kusuruma kalma konuk, sen İnce Memed olmaya İnce Memedsin ya, sen ne biçim İnce Memedsin Allahaşkına söyle bana, Kara Zeynep kurban olsun sana."
Müslüm azıcık kızmıştı:
"Anacık," dedi, "sen baksana onun parmağına. Bak da gör, sen tanır mısın Kırkgöz Ocağının mührünü?"
"Tanırım," dedi kadın Memedin ellerine atıldı, eğildi mühre baktı, ardından da aldı, önce mührü, sonra da Memedin elini öptü. Bir süre durmadan bir eli, bir mührü öptü durdu.
"Çok şükür Allahıma, çok şükür bu günüme, çok şükür İnce Memedi bu eve getiren talihe."
Birden gene telaşlandı:
"Vay benim iki gözüm de kör olsun, durmuş da dır dır konuşuyorum, durmuş da... Siz acınızdan öldünüz çocuklar, demiyorum... Kızlar!"
Kızla gelin hemen geldiler Kara Zeynebin önüne dikildiler.
'Hemen su getirin, konuklar ellerini yüzlerini yusunlar. Ben de onlara bir yiyecek hazırlayayım."
65
Gelinle kız ibrik, leğen, sırmalı, yarpuz kokulu konuk havlusu, kokulu sabunla bir anda gelip Memedin önüne dikildiler, Memed önce ayakkabılarını, çoraplarını çıkardı, bir iyice yıkadı. Bacaklarında kan kurumuştu sildi. Ardından da yüzünü yu-du. Sabun çok güzel kokuyordu, koku onu hafifletti. Müslüm de onun gibi yıkandı arındı. Bu İnce Memed bir tuhaf adamdır, diye düşündü Müslüm yüzünü yıkarken, durup dururken on yedi yaşındaki bir öksüz kız gibi ağlayıverdi. Ne biçim adam böyle bu adam.
Tuhaf tuhaf Memedin yüzüne baktı bir süre:
"Ne bakıyorsun bana öyle Müslüm, tanıyamadm mı yoksa?"
Müslüm, başını indirdi, zaar ermişler böyle olur, dedi, kestirdi attı.
"Ne bakıyordun öyle?"
"Hiiiiç!"
Bu sırada Zeynep Hatun sofrayı getirdi, sedirin üstüne ikisinin ortasına serdi. Yufka ekmek dürümleri sofranın içindeydi. Önce bir sahanda sapsarı, püren kokulu bal geldi. Ardından kaymak... Peynir, üstünde daha ayran kabarcıkları olan, yayıktan yeni çıkmış bir tereyağ topağı, yoğurt...
"Kusura kalma yavru, İnce Memed, acele oldu."
"Eline sağlık Zeynep Hatun. Her şey çok güzel."
"Sağ olasın yavrum."
Az sonra bir çaydanlıkta kaynamış sütü de getirdi gelin.
"Memedim, bir şey soracağım sana, Seyran kız nasıl?"
"Çok iyi Zeynep Ana, ellerinden öper."
"El öpenin çok olsun Memedim. Sen onunla evlendin mi yavrum, evlenmek fırsatını buldun mu?"
"Evlendim Ana."
"Allah başaça gönendirsin,"
"Bir de düğün oldu ki," diye ağzı dolu dolu konuştu Müslüm, "üç gün üç gece davul çalındı, hem de yedi davul. Çuku-rovada böyle görkemli düğün olmadı."
"Bir de senin bir Hürü Anan varmış, sen yaralanınca gidip de sana Kırkgözün Anacık Sultanını getiren, getirip de senin yaralarını sağaltan... O senin gerçek anan değil değil mi?"
"Değil Zeynep Ana. Akrabam da değil, bizim komşumuz."
66
"Allah ona uzun ömür versin, Hazreti Ali gibi yiğit bir şey o."
"Yiğittir Hürü Anam."
"Sana bir şey soracağım yavrum, Memedim, Hatçenin yavrucuğu ne oldu. Iraz Hatundan ne haber, Iraz şu bizim aşağıdaki köyden olur. Onları bir daha gördün mü?"
"Görmedim Zeynep Abla, kaçmadan kovalamaya fırsat bulamadım ki..."
"Yusufu kuyudan çıkaran Mevla, bir gün olur seni de yavruna kavuşturur inşallah..."
"İnşallah Abla," diye içini çekti Memed. Sonra elinde lokması bir süre Zeynep Hatuna baktı, sonunda da, "Zeynep Hatun," dedi, "sana bir şey soracağım."
"Sor kurban olduğum," dedi Zeynep Hatun.
"Sen bütün bunları, Seyranı, Hürü Anayı nereden duydun ki..."
"Amaaaan," diye güldü Zeynep Hatun, "seni bilmeyen mi var şu dünyada! Bu dünyada senin inciğini, cıncığını yediden yetmişe herkes bilir. Senin bir de, Köroğlunun Kıratı, Alinin Düldülü, adı güzel Muhammedin Burağı gibi bir de atın varmış. Tılsımlı, büyülü, erişmiş bir atmış. Yedi düvel bir olmuş da onu ne yakalayabilmiş, ne de öldürebilmişler. Diyorlar ki senin canın o attaymış, o at yakalanmadan, öldürülmeden kimse senin canına dokunamazmış. Senin atın var ya, o da Köroğlunun Kırı gibi bengi su içmiş, kıyamete kadar yaşayacakmış. Şunun sorduğu şeye bak hele, bütün dünya, fakir fıkara seni konuşuyor, yediden yetmişe yavrum... Şunun da sorduğu... Recep Çavuş, Deli Durdu, Ferhat Hoca. O avucunun tam ortasında peygamber mührü olan... Şu sorduğu şeye de..."
"Uzun uzun yemeklerini yediler, sofrada ne varsa sildiler süpürdüler. Gelinle kız gene leğenle ibriği getirdiler, onlar gene kokulu sabunla bir güzel yıkanıp ağızlarını sabunla çalkaladılar.
"Size içerde yatak serdim, yavrular, kim bilir kaç gecedir uykusuzsunuzdur, şimdi gözlerinizden uyku akıyordun"
Odanın kapısını açtı:
"Yataklarınız serildi," dedi, "buyurun içeriye girin, yatın,"
"Sağ ol Zeynep Hatun."
61
Odaya girmeleriyle soyunup yer yataklarına yatmaları bir oldu.
Memed, daha yatağa girer girmez hemencecik uyudu. Müslümünse bacağı kopacakmış gibi ağrıyor, utandığından kimseye bir şey söylemiyordu. Yatak çarşafları sakız gibiydi, ince bir sabun ve dağ elması kokusuyla kokuyordu. Neden sonra, uyku ağrıya baskın çıktı, Müslüm de uyudu.
Gün ta aşağılara indi gitti, vakit ikindine geldi, Memedle Müslüm daha uyuyorlardı. Güneyde Akdenizin üstünden ak bulutlar kabarmaya başladı. Ovayı çevirmiş dağların koyakla-rmdaki gölgeler doğuya düştü, uzadı, garbi yeli inceden fisile-di, İnce Memedi yakalamaya giden silahlı, tırpanlı, eski zaman kılıçlı, palah, baltalı, tahralı köylüler gazalarından birer ikişer, yorgun, hepsinin de suratı asık dönüyorlardı. Zeynep Hatun oğlunu bekliyordu. Gelenlerle de, yolun kıyısına durmuş alttan alta alay ediyordu. Biraz sonra da oğlu göründü aşağı yoldan, atının üstünde öne doğru eğilmiş, düşecek gibi sallanarak geliyordu. İkisi omuzdan çaprazlama üç koşar fişeklik bağlamıştı. Yepyeni Alaman filintasını kucağına almıştı. Altındaki atı Arap-tı, tayken Urfadan getirtmişti. Ağır ağır evin avlusuna sürdü atını. At geldi iri dut ağacının altında durdu. Zeynep Hatun onu gülerek karşıladı. İki elini beline koymuş, oğluna bakıp bakıp gülüyordu. Gelinle kız da ötede durmuşlar, onlar da tıpkı Zeynep Hatun gibi gülüyorlardı. Çocuklar, kendi kendilerine bir tuhaf oyun tutturmuşlar, atlının yöresinde koşarak, bir şeyler söyleyerek dönüyorlardı.
"Oğlum Yunus hoş geldin. Gazan mübarek olsun. İnce Memedi yakaladınız mı? Bakıyorum da hepiniz keyifsiz geliyorsunuz, ağızlarınızı bıçaklar açmıyor."
Yunus anasının bu sevincine şaşırarak atından atladı, kız kardeşi geldi, atın dizginini onun elinden aldı ahıra götürdü.
"Yavrum Yunusum, bakıp görüyorum ki, gazadan gelenlerin hepsinin yüzünden düşen sinek kırk parça oluyor. İnce Memedi yakaladınız da Kertiş Ali, sarı çıyan Yüzbaşıya teslim ettiniz de onun yasını mı çekiyorsunuz, benim yiğit yavrum."
"Ana ne oldu Allahaşkma, ana beni niye taşkalaya alıyorsun?"
troypc
troypc

Mesaj Sayısı : 2140
Kayıt tarihi : 26/11/09
Yaş : 34
Nerden : Ankara

http://ninova.eniyiforum.org

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz